Wednesday, July 4, 2018

BAzı düşünceler


Çok uzun süredir yazmadım çünkü blogumun yeni iş arkadaşlarım tarafından keşfedilip otomatik çevirilerek okunması gibi paranoyakça düşünceler ile boğuşuyordum. Bu süre içinde kampımızda Dünya Afrikalı Çocuklar gününü, Dünya Mülteciler Gününü kutladık, Türkiye’de seçim oldu onu takip ettim, uykusuz kaldık, tabi bu köyde tek Türk olarak sadece ben. Yüzde elli - yüzde elli ikiye bölündük diyince “Peki iç savaş çıktı mı?” diye soracak kadar travmatize olmuş iş arkadaşlarıma nasıl anlatayım yani Türkiye’deki seçimi?

İş ile ilgili sıkıntılarım gittikçe düzeliyor, gitgide kendimi daha iyi, daha akıllı hissediyorum. Ve daha coşkulu, daha heyecanlı. Elbette bazen bu kuru mevsimde bu kupkuru köyden, her haftasonu rapor yazmaktan, sürekli çalışmaktan, heyecansız yaşamdan sıkıldığım oluyor. O zaman Kigali’ye gidiyorum.

Bir ay kadar önce haftasonu yine Kigali’ye gittim. Uzun süre bu hafta sonunu anlatmak istedim. Nasip bugüneymiş.

Kuru mevsimde en çok canımın çektiği şey şöyle uzun uzun yüzmek oluyor. Airbnb’de bir doktor hanımın evinde oda tuttum. Doktor hanım kocası soykırımda öldürüldükten sonra Belçika’ya yerleşmiş ve yeni gelmiş. Yüzmek için Hotel des Mille Colines’i önerdi. Otelin eski adı Hotel Rwanda. Ünlü filmin konusu olan otel. Şimdinin hala en popüler oteli. Ücreti mukabilinde havuzunu kullanabiliyorsun. Otelde karşılaştığım şeyler ise Ruanda’nın bugünü hakkında küçük bir ders mahiyetindeydi. Elbette Ruanda temiz, güvenli, güleryüzlü, yeşil, geçmişini geride bırakmış vs vs... Ama sanırım birtakım sıkıntılar da var.

Yüzerken genç, güzel bir kadın yanıma geldi ve Fransızca konuşmaya başladı. Uzun uzun sohbet ettik. Havuzdan çıkınca beni beyaz, yaşlı bir adamla, ve orta yaşlı, beyaz bir kadınla tanıştırdı. Adam için “erkek arkadaşım” dedi. Kadın ise otelde kalan bir turistmiş. Adam da kadın da, Belçikalıydı.

Yemek söyledik. Ben köydeki mahrumiyetimin verdiği görmemişlikle, balık şiş, kızarmış muz, soğuk beyaz şarap sipariş ettim. Genç kadın 25 yaşında, ekonomi mezunuydu, işsizdi. Adam Ecole Belge’de matematik öğretmeniydi. 60 yaşındaydı. Akşamları People’s Bar’da Samba dersi veriyordu. Gençken yakışıklıymış belli, şimdi uzun boylu, iri yapılı, biraz göbekli, büyük burunlu, kırmızı suratlı, her şeyiyle Flaman, ve yaşlıydı. Orta yaşlı Belçikalı kadın her şeye turist, gülerek etrafa bakıyordu, yüzünde insancıl, sevecen bir ifade vardı. Genç kadın çok güzeldi, saçları, göğüsleri, Afrikalı kalçaları, teni. Bu arada genç kadın konuşuyordu sürekli. People’s Barda samba dersinde muzungu sevgili bulup Amerika’ya, Avrupa’ya “transfer edilen” genç Ruandalılardan bahsediyordu. Gerçek aşkı bulmuşlardı. Belçikalılar sessizce dinliyorlardı. Yani o kadar gergin bir ortamdı, genç kadın o kadar inceliksiz bir şekilde mesaj veriyordu ki kendimi ortaya atma gereği duydum.

Her zaman “Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın” gibi bir insan olmuşumdur. Ama hayat konusunda yaşımın gerisinde bir saflığım da var. Bu yüzden sürekli, istemediğim halde pot kırarım.

Yaa, dedim. Gerçek aşkı bulmak ne kadar zor. Bir hafta öncesine kadar birine aşık gibi bir şeydim. Benimle flört ettiğini zannetmiştim. Meğer ne kadar yanlış anlamışım. Bunun bir ev arkadaşı vardı. Yeni bebeği olmuş. Ben tabi çok şaşırdım evli olduğunu duyunca. İçime bir şüphe düştü. Acaba dedim, benimki de evli mi? Laf arasında bir kadın arkadaşın ağzını aradım ama çok, çok örtülü bir biçimde. Dedim ki “Ay herkesin de çocuğu var, değil mi?” “Ne diyorsun, dedi, X'in üç çocuğu var!” Ve bunu bıyık altından gülerek söyledi, çünkü görüyordu, ne kadar yakın olduğumuzu. O kadar üzüldüm ki. Yalan olmasını umdum. En azından boşanmış olmasını. Ertesi gün gittim, X'e sordum. “Hayır dedi, yok.” Çünkü dört çocuğu varmış! En büyüğü on bir yaşında dedi, sonra başka bir gün on üç yaşında olduğunu itiraf etti. On üç ne demek? Demek ki yaşı hakkında da yanılmışım. Her şey hakkında yanılmışım. Çünkü astrolojik haritamda 7. Evde Neptün var. Erkekleri istediğim şekilde görüyorum, gerçekleri görmüyorum.”

İç çekerek konuşmamı bitirdim. Yaşlı adam “Flört konusunda yanılmamış olabilirsin. Afrikalı erkekler böyledir.” Dedi. “Evdeki kadını bırakmak istemezler. Güzel bir kadın kendileriyle yatmak isterse hayır da demezler. Kültürlerinde yoktur.” Dedi. “Haksız da sayılmazlar. Erkek doğası bu.” Sonra birden durdu durdu, ve bombayı patlattı. “Ben de evliyim. Boşanmayı da düşünmüyorum. Nina da bunu biliyor. Erkeklerin doğası bu.” Dedi.

Nina (genç kadın) ve Christine (Belçikalı kadın) tampon almaya gittiler. Joost (adam) benimle sohbet etmeye başladı. “Sen akıllı bir kadınsın.” Dedi. “Benim oğullarım 21 yaşında. O kadar muhafazakarlar ki. Sen kaçsın? 30 mu? Demek ondan yargılamıyorsun beni. Batıda o kadar çok boşanma var ki. Kadınlar, belki senin gibi gezme meraklısı küçük bir kısım hariç, hep tek şey ister. Bir adam ve çocuk. Çocuk olana kadar erkek odaklı yaşarlar. Çocuk olduktan sonra odakları değişir. Erkekler ise, işte benim gibi… Biz aptalız. O kadar aptalız ki. Ben karımdan boşanmayı düşünmüyorum. Önce birlikte geldik Kigali’ye. Onlar alışamadı. Geri döndük. Ben ölmüştüm. Ruhen ölü gibiydim. Orada hizmetçiler yok. Böyle bir havuz yok. İyi yaşamak yok. Bulaşıkları kendim yıkıyordum. Arabamı kendim yıkıyordum. Geri dönmek istedim. Karım kabul etti. O da biliyor beni. Orada olan orada kalır diyor. Biz böyle mutluyuz. Ona karışmıyorum. Onu seviyorum. İstediğini yapsın. Çocukları var. O hayat ona yetiyor. Çok mutlu. İşte evlilik, imkansız bir birliktelik formu. Biz onu değiştirdik, yaşanılabilir kıldık. Tek bir sorun var ki… Nina’yı seviyorum. Hem de çok seviyorum, biraz fazla seviyorum.” Dedi. Son cümleleri fısıltı gibi söylemişti. Aşırı komik bir konuşmaydı.

Ruanda’yı sevme sebebi olarak para ile satın alınabilen hizmetlerden, hizmetçilerden başka örnek verememesine mi şaşırayım, karısını çok iyi tanıdığını iddia ederken hiç tanımamış olmasına mı bilemedim, ama dinledim. Evlilik konusundaki fikirlerinde haksız sayılmazdı. Evlenmeye çok yaklaştığım bir zaman oldu. Kendi aramızda yüzük takmıştık. Sanki hayatın geri kalanında aşk benim için bitmiş gibiydi. O engellenmişlik, boşluk, kısıtlanmışlık, bitmişlik hissini asla unutmayacağım. Belçikalı yazar Amelie Nothomb’un “Ne Adem Ne Havva” kitabındaki yüzük takma- Ahtapot tarafından boğulma kabusu benim için başucu imgesi olmuştu birden. Çünkü belki de aşık değildim. Bilmiyorum.

Şimdi de başka bir kitap, beni etkisi altına almıştı. Ne okursak hayatımızın o yönde ilerlediğine, hatta belki de hayatımız ne yönde ilerleyecekse o türde kitaplar okuduğumuza inananlardanım. Şu aralar Doris Lessing’in Altın Defter’ini okuyordum. Orada iki tema bu konuyla alakalı idi:

-          Orta Afrika’da yaşayan ayrıcalıklı beyazlar ve onların Avrupa’da eski moda kaçan ama Afrika’da normal sayılan ırkçılıkları
-          Evli erkeklerle yaşanan ve her zaman sadece kadınları üzen ilişkiler

“Özgür Kadınlar” diye bir bölüm vardı o kitapta. Beni etkisi altına alan işte bu aşağılayıcı, seksist düşünceleri tetikleyen tema oydu. Arkadaşlarıma “Hahahahah, oğlum dört çocuk ne yaaa AKPli misin. Bu herif bir de kampta doğum kontrol programları yönetiyor, millete prezervatif dağıtıyor. Hahahah resmen amca sevmişim.” Desem de, dalga geçsem de, çok etkilenmiştim. İçimde bir ses aynen şunu diyordu:

"Ne bekliyordun? 30 yaşındasın. Kendini genç kız zannediyorsun. Annenin bebeği gibi davranıyorsun. Ruhun henüz çocuk. Ama gerçek şu ki, sen çocuk değilsin, sen bir kadınsın. Evlenmedin, çocuk yapmadın. Bu dünya böyle. Senin karşına çıkacak insanlar artık çoğunlukla evli olacak, bunu da ancak, bıyık altından gülen, evli ve çocuklu kadın iş arkadaşından öğreneceksin. Belki de arkandan konuşuyorlardı.”

Akşam yemeğe, sonra sambaya gittik. Adamın Yay, kadının Başak burcu olduğunu ilk seferde tahmin ettim. Wow filan yaptılar. Adam herkesle samba yapıyordu. Nina çok kıskanıyordu. Nina’ya gidip “Hayatım, adam 10 yıl sonra ölecek. Hadi 15 olsun, bunlar uzun yaşıyor Avrupa’da. Ama yaşlı yahu. Sen bunu bilmiyor musun? Neden kendini üzüyorsun? Neden kendi değerinin farkında değilsin?” diyerek onu sarsmak istiyordum. Belki de bu, hepimize bir serzenişti.

Ertesi sabah, ev sahibime gecemi anlattım. Kadın bana bunun çok yaygın olduğunu söyledi. Mille Collines’de o gençleri görürsün, dedi. İşsizlik en büyük sebepmiş.

Bakalım daha neler öğreneceğiz?



Saturday, June 9, 2018

Altı boş bir bardak, etrafa dağılmış bir ton pamuk


Nyakarambi’deki yaşamımı anlatan bu günceyi oluştururken, ilk başta, çok maceralı, ilginç, Afrika müziği ve neşeli nağmeler ile dolu bir şeyler yazacağımı zannediyordum. Afrika müziği, güzel bir doğa, motorla gezmek, kampta davullar eşliğinde güzel şeyler yapmak, bunlar yok mu? Var. Ancak yalnız geçirdiğim vakitler arttıkça, ve internetin, Cuma günü içmeye çağıran dostların, kardeşimin, kedilerimin, Ankara’nın barlarının eksikliğinde, kızıl topraklara baktıkça, kendi muzungu dertlerimin ağırlığı, su yüzüne çıkmaya başladı, uzun uzun, kendi muzungu dertlerimi düşünmeye, neden böyle oluyor, diye sormaya başladım.

En büyük muzungu derdim sağlık. Obeziteden kaynaklanan göz siniri zedelenmesi ve karaciğer yağlanması var. Obezite karakterimi bile değiştirdi diyebilirim. Her zaman evde oturmayı seven, Yengeç burcu, hareketsiz bir insandım ama şimdi sanki en ufak hareket bile dağ tırmanışı gibi, koltukta çöktükçe çöküyorum, hele iş yoksa ve Kigali’ye gitmediysem, bütün günü bahçede, sinek ısırıklarıyla savaşarak, ama yatay pozisyonda geçiriyorum. İçimde düşünceler ertelendikçe erteleniyor, sanki ruhum sandalyenin altından toprak zemine akıyor, çöktükçe çöküyor, saatlerce böyle kalıyorum.

İnsanlar bu yaşta böyle bir kilo artışını ve yaşam enerjisi eksikliğini asla anlayamazlar. Çoğu zaman “Ben Ağır Yaşamlar’ı izledim. Orada Doktor Now var öyle bir zayıflatıyor ki. Sen neden bu kadar çok yemeğe başladın ama Ezgicim ya?” derler. “Ağır yaşamlar’ı izlediğine göre sebebini tahmin etmek zor olmasa gerek!” dememek için kendimi çoğu zaman zor tutmuşumdur. Çoğu zaman obezlerin hikayesi benzer birbirine. Cinsel şiddete uğrayan milyonlarca kadın ya riskli davranışlar içine giriyor, ya da çareyi yemek yiyip hareket etmemekte buluyor. Yaşadıklarımı bugün, etraflıca düşününce, bir cinsel şiddet olarak tanımlayabiliyorum. Ancak bunu ben, içten içe istemiş olmalıyım diye düşündüm. Nasıl izin verdim, nasıl çekip gitmedim, nasıl bağırmadım, her yerden engelleyip izimi kaybettirmedim? Neden bu kadar uysal davrandım, etrafa yayılmış bir ton pamuk gibi?

Aklıma sürekli gelen bir başka metafor ise altı boş bir bardak. Bazen arkadaşlarımı ve ailemi gerçekten seviyor muyum diye düşünüyorum, yoksa bu sevgiler hiç dinmeyen bir ihtiyacın mı tezahürü? Sanki bütün ilişkilerimizde benliğime aktarılan sevgi, altı boş bir bardağa dökülüyormuş gibi akıp gidiyor.  Hiçbir zaman ama hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bunu söylediğimizde çoğu arkadaşımız bilgiç bir gülümsemeyle “Peki, sen kendini seviyor musun?” diye sorar. Oysaki bunu ölçmek biraz zor bir şeydir.

Burada bizim jenerasyonumuz bir katliama tanık olmuş. Konuştuğumuz herkes ama herkes, insanların pala ile kıtır kıtır kesilmesini, annelerin çocukların gözü önünde iğfal edilmesini yaşamış. 30 yaşında bir insan, o zaman 6 yaşındaymış. Bundan hiç bahsetmiyorlar. Bu yüzden sanki yaşam, hiçbir şey olmamış gibi akıp gidiyor. Ben de bu sessizlik içinde, başkalarının acılarını o kadar da bilmediğim için, tipik bir muzungu gibi, evin büyük ve bakımlı bahçesinde, ayaklarımı uzatarak, kendi yaşamımda olan biteni düşünüyorum.


Thursday, June 7, 2018

Kafayı yemek üzereyim lol

Yazmak rehabilitasyon gibi bir şeyse, ben de bu yöntemi iyice benimsedim sayılır. Az önce işten geldim, araç olmadığı için motora bindim de geldim. Sabah da 7de ofise gitmiştim. İyice kafayı kıracağım böyle giderse gibi hissediyorum. Bu yüzden biraz konu başlıklarına ayırarak anlatayım çünkü biraz yorgunum. Böl ve yönet yapalım. 

1. Bu sabah gördüğüm rüya
Google mapsten street view yapıyoruz ya. İşte o sağ köşedeki adamcık gibi bir yere atılmışım. Önce Avustralya sanıyorum. Uçurumun kıyısında okyanusa bakan bir otoyol. Yürüdükçe yürüyorum, tek tük evler belirmeye başlıyor. Binalar çok katlı, bej rengi, köhne, gitgide sıklaşıyor. Birden kardeşim çıkageliyor, beraber yürüyoruz. Bir şehir merkezine geliyoruz. Daha önce hiç görmediğim bir yer burası. Kocaman Arapça tabelalar var. Bir yola sapıyoruz, upuzun uzanıyor, iki yanda Çin restoranları, dükkanlar. Etrafta kimse yok, burası neresi diye sormak istiyoruz ama bir yandan böyle tahmin etmeye çalışmak da eğlenceli. Uzun yol yokuş oluyor, çıkıyoruz ve bitiyor. Çıkmaz bir sokakmış. Bu yüzden geri dönüyoruz. Kardeşim "Abla burası neresi?" diye soruyor. Batı Afrika'da bir yer, belki Çad! diyorum. Ama uyduruyorum da. 

2. Kampımıza Japonlar geldi
Ve bir ambülans bağışladılar. Bunun üzerine danslar yapıldı, kampta en etkin insanlar olan kadın dans grubumuz (doğum kontrol üzerine mesaj veren şarkılar söyleyen, sürekli gülümseyen, süper dans eden bir grup) Japon büyükelçisi beyi dansa kaldırdı. Hayatımda gördüğüm en değişik sahnelerden biriydi. Keşke bu görsel hafızamı sizinle paylaşabilsem.

3. Aşırı çalışma sonucu beynimde oluşan deformasyon
Keşke ben işime aşık bir kariyer kadını olsaydım. Ama malesef ömrüm boyunca öyle biri olamadım. Ben de kampta ve ofiste geçirdiğim günde ortalama 13 saati nasıl eğlenceli geçirebilirim diye, bilinçsizce düşünmeye başladım. Aslında buna düşünmek de denmez, bilinçdışının basit bir oyunu diyelim. Ve sonunda ofisimizin doktorundan hoşlanmaya başladım. Böylece kamptaki yaşamıma bir heyecan gelmiş oldu. Ben buna "romantik sitümülasyon" adını verdim. Hayat bazen o kadar anlamsız, boş, yavan olur ki onu dolduracak, kendimizi motive edecek bir şeyler ararız. 

Doktorun ülkesinden (Doğu Afrika ülkesi) iki tane çok cool şarkıcı biliyorum: biri bir klasik olmuş, ikincisi 70lerin psychedelic rakçısı. Onunla tanışır tanışmaz bunu söyledim. Şu ana kadar bana çok saçma şeyler söyledi, soykırım anıtına gittiğimizde "İşte bunlar hep emperyalist güçlerin oyunu" dedi, Hollandalı Barış Danışmanımızın evinde yaptığı hipster vejetaryen yemekler hakkında "onları tavuklar yer" demek olsun. Çocuklar bana "Hello muzungu!" dediğinde "Hello Africa!" demek olsun (yok aslında bu esprisi iyiydi). Açıkçası birinden hoşlanacaksam bu kişi babamdan biraz daha açık görüşlü olmalıydı diye düşünüyorum. Yine de bilinçaltımız böyle şeyleri dinlemiyor.

4. Onun da benden hoşlandığını gösteren küçük detaylar
  • Vaktin var mı? dediğimde "Senin için her zaman vaktim var" dedi.
  • Hiç işi olmamasına rağmen koordine ettiğim toplantıya gelip yanıma oturdu, ne işin var burada diye soranlara gülerek omuz silkti.
  • Kinyarwandaca "tarafsızlık" ve "Bugün günlerden Perşembe" dediğimde "Neden böyle şeyler öğreniyorsun, seni seviyorum demeyi öğren" dedi. (Bunu 2 -yazıyla İKİ kere yaptı)
  • Bir ülke örnek verecekse "Türkiye" diyor.
  • Bir keresinde çok yorgundu. Ben de yanına gidip omzuna elimi koyarak "Yorgun musun?" diye sordum. O zaman kafasını kaldırıp bana baktı ve utangaçça gülümsedi ve bu esnada sanki zaman biraz yavaşladı.
5. Bu kadar yeter
Bir sonraki yazımda size iş arkadaşlarımı, ülkenin politik durumunu, ve çeşitli kişisel sorunlarımı anlatacağım.

Sunday, June 3, 2018

Kuru mevsimin gelişi, işyerindeki sıkıntılarım, yeni bir ev arayışı



Sağanak yağışlar bitti, kuru mevsim başladı ve sıcaklar inanılmaz arttı. Yine 30 dereceyi geçmez diye tahmin ediyorum ancak hissedilen sıcaklık daha fazla. İlk başlarda beni büyüleyen canlı yeşil, muz, mısır tarlaları, otlar, şimdi donuklaştı, adeta plastikleşti, kızıl bir tozla kaplandı. Kızıl tozlar her yerde, duş alırken insanın saçlarından yere akıyor, ayak tabanları adeta kızıla boyanıyor. Eve çeşit çeşit haşere doluştu. Sıtma yapan sinekler çoğaldı, kıyafetlerin üzerinden bile ısırmaya başladı. Sabahları her ne kadar yıkansam da, deodorantımı sürünsem de, akşamları kamptan her geldiğimde leş gibi ter kokuyorum.

Bu haftasonu Kigali’ye gitmedim. Cumartesi kampa gittim. Bir proje kapsamında 14-16 yaş arası çocuklara insani prensipler ile ilgili sunum yapmamı istediler. Bu bana çok saçma geldi çünkü insani prensiplerin bu yaştaki çocukları ilgilendiren bir konu olduğunu hiç düşünmemiştim. Benden istedikleri şey, insani yardım kuruluşlarının bunları nasıl uyguladığı (insanlık, tarafsızlık, hükümetlerden bağımsızlık vb) ve uygularken ne tür güçlüklerle karşılaşıp nasıl ikilemlerde kaldıklarını anlatmamdı.

Gittiğimde bütün çocukların not alıp sürekli sorular sorduklarını ve beni dikkatle dinlediklerini görünce çok şaşırdım.

-          Biz insani yardım kuruluşu çalışanları, bazen bağış yapan ülkenin veya ev sahibi ülkenin istekleri ile hedef grupta olan insanların istekleri arasında ikilemde kalırız. Bu yüzden insani prensipleri uygulamak zaman zaman zorlaşır. Yapılması gereken şey bir denge kurmaya, yeni çözümler aramaya çalışmaktır. Peki, siz hiç böyle bir durumda kaldınız mı? Doğru olanı yapmaya çalışırken gerçek hayatla olması gerekenin uyuşmadığını gördünüz mü?

Verilen cevaplar olağanüstüydü:

-          Benim bir arkadaşım vardı. Okulda öğle yemeği yiyemiyordu. Bizim evde de yemek oluyordu. Ben de onu evimize davet ettim. Ama annemle babam onlar evde değilken arkadaşımı yemeğe çağırmama kızdılar. Ben de kilerden yemek çalıp okula götürmeye başladım. Bunun üzerine bunu fark edip kilerin kapısını kilitlediler. Sonra okulda bir arkadaşımı buldum, onun ailesi zengindir. O da o çocuğu yemeğe davet etmeyi kabul etti. Böylece sorun çözüldü.

-          Sizi tebrik ederim, ve ilerde insani yardım kuruluşunda çalışmanızı şiddetle tavsiye ederim. Keşke bütün insani yardım kuruluşları hak savunuculuğu yapmada ve yeni yeni bağışçılar aramada sizin kadar kararlı ve ısrarcı olsa.

Bu iltifatıma sınıfın çoğunluğu güldü ama yorumu yapan çocuk biraz rahatsız bir şekilde yerine oturdu.

Daha sonra bana Suriye ile ilgili sorular sordular. Suriye’deki durumu anlatırken, Burundili çocuklara kendilerininkine benzeyen bir durumu anlatmaktan dolayı rahatsız oldum, özellikle savaşın uzun süredir devam ettiğini söylemekte kararsız kaldım. Son olarak çocukları uzun uzun tebrik ettim, yaşlarına göre çok ilerde olduklarını düşündüğümü belirttim, onlar da beni uzun uzun alkışladı.

Bu sunum, kamptaki başka sayısız olay gibi, beni çok şaşırttı ve etkiledi. Mülteci koruma alanında “protection environment” denen bir şey vardır. Genel ortamın nasıl olduğu, hükümetin ve halkın mültecilere nasıl davrandığı, güvenlik, sosyal entegrasyon, okullaşma oranı, vb vb. Burundili mülteciler, ve özellikle gençler, bütün temel ihtiyaç sorunlarına rağmen, söyledikleriyle, yaptıklarıyla, geleceğe olan bakışlarıyla ve Ruandalılarla olan iletişimleriyle, Türkiye’dekinden daha umutlu bir tablo çiziyorlar, sanırım.

Başka bir gelişme de işimdeki kabızlık derecesine varan endişelerimle ve kariyerist hırslarımla ilgili. Geçen hafta ofisimizin başı beni çağırıp, daha da şaşırtıcı bir konuşma yaptı. Önce genel kurallardan bahsetti. Sonra kafasını kaldırıp zihnimin içini okurcasına:

-          Başka bir konu daha var. O da senin karakterin, dedi.

Allah kahretmesin, işte, ne kadar zayıf, güçsüz, depresif, şişman olduğumu anladı ve yüzüme vuracak, derken:

-          Sende kendimi görüyorum. İşte ben de böyle ürkektim. Diyerek ciddi ciddi bana baktı. İnsanlara kendini sevdirdin, çünkü kibar, yumuşak başlısın. Bunu hemen yapabilen az insan vardır. Bu kadar sevilebilir olmak da bir yetenek. Ancak unutma ki iş başka arkadaşlık başka. Kısa cümleler kurmaya çalış, sesini düşürme. Seni biz yönetici diye aldık, yeni bir genç arkadaş diye değil. Daha önce hiç böyle bir sorumluluk almadığının farkındayım. Ama merak etme, yakında kendi yöneticilik tarzını oturtacaksın. Hata yapmaktan korkma, sadece sorumluluklarını başkasına yıkma, dedi. Afrika kültüründe kadınlar emir vermez. Herhalde sizin ülkenizde de ataerkil bir kültür var. Ama buradakiler bunu bilmezler. Her beyazı aynı kefeye koyarlar. Sen de beyazsın. Buna güvenerek istediğin gibi davranabilirsin. Hoşgörüyle karşılarlar. Ataerkil düşüncelerin seni yenmesine izin verme, dedi.

-          Söylediğiniz doğru, aslında, dürüst olayım, çok endişeliyim, diyiverdim.

-          Olma. İşi yapamayacağını düşünseydik seni almazdık.

Aslında dilimin ucuna kadar gelen “Peki, kaçıncı sıradaydım? Gerçekten mülakatımı beğendiniz mi? Beni gerçekten seviyor musunuz? Gizli yeteneklerim olduğunu düşünüyor musunuz? Lütfen beni biraz övün. Buna çok ihtiyacım var.” Cümlelerini yutarak teşekkür ettim, “sizinle tanıştığım için çok şanslıyım.” Diyerek çıktım.

Bazen o kadar sıvılaşıyorum ki, ev aramam gerekirken buna bile mecalim yok. (Sıvılaşmak ne demektir diye soracak olan varsa, sıvılaşmak, yıllardır yaşadığım ve artık mutlaka aşmak istediğim bir ruh hali. Sıvı nasıl bulunduğu kabın şeklini alıyorsa, ben de, yaşamda, bazen, bu güçlüğü hissediyorum. Obezite derecesine varan şişmanlığım da bunu daha beter yaptı. İnşallah bu disiplinsizliği çok yakında aşacağım). Köyümüzde yapımı bitmiş bir ev yok. Şu anki evim beni doğrudan yöneten kişinin evi. Burada da çok uzun süre kalamam.





Tuesday, May 29, 2018

Kigali'de 10 gün gezdim dolaştım


Köyümüzde anlatacağım çok da ilginç bir şey yok, aslında vardır mutlaka ama şu an aklıma gelmiyor. Bu yüzden bu ayın başında Kigali’de geçirdiğim 10 günü anlatayım.

Kigali’ye ilk geldiğimde kurumun merkez ofisine gittim ve abartısız 10 gün boyunca sabahları oraya gidip akşam 5’e kadar oturup evraklarımın hazırlanmasını bekledim. Buradan çıkışta son derece lüks otelime geri dönüyordum, bir süre sonra bunun mantıksız olduğuna karar verip daha ucuz bir pansiyona geçtim. Bu belirsiz, bomboş süre içerisinde, akşamları bir yerlere gidip yemek yiyor, bira içiyordum, ders çalışıyor ve internetten Ruanda tarihine dair kitaplar indiriyordum:
  1.          Machette Season
  2.          Shaking hands with the devil
  3.         Cahiers de Memoir, Kigali 2014
  4.       We wish to inform you that tomorrow we will be killed with our families

Bunun dışında bir kere, tesadüfen, çalıştığım kurumun Kigali ofisinden insanların düzenlediği bir partiye gittim. Güzeldi ancak çok da ilginç bulmadım. İnsanlar Ankara’daki gibiydi, biraz tutuk, biraz mesafeliydi, sanırım milliyetle değil de BM’nin kendisi ile ilgili bir şey.

Bunun dışında livinginkigali.com’da bulduğum “Expat” tavsiyelerini okuya okuya Müslüman mahallesine, birkaç puba, bara, bir de şehir turuna katıldım, Kigali dağına, fermente süt satan bir kafeye, soykırım anıtına gittim. Güvenlik briefinde (gereksiz yere) sıkı sıkıya uyarmalarına rağmen motor taksilere bindim, Kigali’nin yeşil, inişli çıkışlı yollarında motorla gezmek çok güzel bir şey. Kigali lüks ve pahalı, ama çok ama çok fakir mahalleri de var. Sanki bazı mahalleler özellikle zengin turistler için dizayn edilmiş gibi. Pek çözemedim.

İnternette Perşembe geceleri, bir sanat galerisinde “Happy Hour” olduğu, Kigali’nin bütün “expatlerinin”, yani dürüst olalalım, muzungularının (muzungu, biraz şok edici olsa da beyaz demek, bir de kampımızda çocuklar arasındaki yeni lakabım) oraya doluştuğu yazıyordu. Sinekli, ıssız pansiyonuma dönmektense bir gideyim dedim.

İçeride beni inanılmaz mainstream yakışıklı bir genç karşıladı. İsmi Sam’miş. Galeriyi gezdirirken sürekli açıklamalarda bulundu. Çok rahatsız olmuştum çünkü:

    1. Sanat sepet ortamlarından rahatsız olurum

2. Geleneksel anlamda yakışıklı ve bu durumla barışık erkekler beni strese sokar

Bu rahatsızlığımdan ötürü hemen kokteylleri ard arda diktim, 30 yaşında stresle başa çıkma yöntemim bu çünkü. Yaşlı Amerikalı bir çiftle konuşurken onu yakaladım. Amerikalı bayık çift ne yapıyordu tahmin edin, elbette çocukcağıza Safari fotoğraflarını gösteriyordu. Burada resim dersleri verildiğini duyunca ders almak istediğimi söyledim. Hemen İnstagram hesabımı açıp çocukcağıza yaptığım resimleri gösterdim. “You are very talented. Ama bence yağlı boya kullanman lazım.” Dedi. “Sen burada mı çalışıyorsun?” dedim hemen. “Ben sanatçıyım” dedi. Amerikalı çift az önce onun tablosunu almış. Az sonra Amerikalılar kalkıp gitti.

Sam’in “işleri” Amerika’da da sergileniyormuş. Ruandalı genç yetenek, bir sürü kumaş kullanıyordu, kaç gündür sokaklarda gördüğüm renkli kadın elbiseleri yüzlerce küçücük kadın figürünün üzerindeydi. Kadınlar hem güzel elbiseler içindeydi hem çok seçilmiyorlardı, hem de inanılmaz kalabalık bir yığın oluşturmuşlardı, sanki gösteri yapan politik bir topluluk gibi. Bazı minik figürler kafasında sepet taşıyordu, çok bilindik bir Afrikalı kadın temsili, ancak köyümüze gelirseniz burada kafanda sepet taşımak İstinye Park'ta bilekte çanta taşımak gibi bir şey. Yandaki açıklamada Sam'in tablolarında cinsiyet konusunu işlediği yazıyordu, nedense kendimi tablolardaki rengarenk elbiseler karşısında sade ve gösterişsiz buldum.

Ben tablolara bakarken, kapıda bekliyordu. 5 yaşımdan beri romantik bir yönelimim var ama romantik olarak aktif olduğum bu 24 yılda etkili bir flört stratejisi geliştiremedim. Çok ama çok etkisiz, dandik bir flört tarzım var, o da teatral, abartılı tepkilerle karşımdaki insanı güldürmeye çalışmak. Bu sefer de aynısını yaptım: abartılı bir iç çekişle zavallı çocuğa dönüp “İzin verirsen çalışmalarını layığıyla hazmetmek için yalnız kalmam lazım.” Dedim. Galiba biraz işe yaradı çünkü bana tatlı bir gülüşle bakıp dışarı çıktı.

Cumartesi gittiğim şehir turunda Fas asıllı Fransız ve Polonyalı iki kadın ile tanıştım, Pazar günü buluşup biraz daha dolaştık. Sonra kızlardan biri sanat galerisine gitmeyi teklif etti, ben tabi  daha önce orayı görmüştüm, ama elbette geri çevirmedim.

Gittiğimizde galerinin sahibi yalnız başınaydı, manzaraya karşı bira içiyordu. Nasıl olduysa beni hatırladı. Ben de yüzsüzce Sam’i sordum, evde, dedi. Galerinin sahibi Innocent bize de bira ikram etti, bu sırada Faslı kız Blockchain üzerinde çalışıyormuş, uzun uzun onu anlattı, Imogen Heap de Blockchain üzerinden sanatını yaymış, vs vs. Nasıl kendinden emindi, ne kadar baskındı. Biraz kıskandım çünkü kendini dinletiyordu. Innocent’ın küçükken, Uganda’da yaşarken, bir maymunu varmış, Pazartesi geldiği için adı Monday Monkey imiş. Sonra evlerini su basmış ve Monday Monkey ölmüş. Bizi yemeğe davet etti.

Yolda Mariott Otele uğrayıp Jamaika kökenli Amerikalı bir besteciyi arabaya aldık. Adı Gordon’mış. Google’a ismini yazınca ünlü olduğu ortaya çıkıyordu. Kendi söylediği şarkıları aşırı dandikti. Innocent’tan tablo almış. Yalnız Innocent bu zenginlerle, yani kendi tablolarını alan, Mariott'da kalan zenginlerle takılırken, bizim gibi parasız olduğu her halinden belli genç kadınları neden davet ettiğini çok anlamadım. Tutup da tablo alacak halimiz yok, eh pek ilginç tipler de değildik.

Gordon yemek sırasında inanılmaz korkunç laflar etti. Aslında sempatik bir adamdı. Patlattığı bombayı aşağıda alıntılamak isterim:

“Soykırım anıtına gidince, dedim ki vay be, insanlar neleri affediyor. Ve çok ağladım. Ve ben de 2 senedir konuşmadığım arkadaşımı affetmeye karar verdim. Elbette affetmem zor olacak ama deneyeceğim.”

Karşısında soykırım yüzünden çocukluğunu Uganda'da mülteci olarak geçirmiş Ruandalı sanatçılara verdiği abuk örneğe şok oldum ve az kalsın katıla katıla gülecektim ama Innocent sakince adama bakarak: “Vay be ne yaptı da 2 senedir konuşmuyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine besteci dünyanın en drama queen hikayesini anlatmaya koyuldu.

Bu esnada içten içe kendimle benzerlikler buluyor, kendi acılarımın kronolojisini çıkarıyordum:

1997-2002—Şişman ve inek olduğum için sınıf arkadaşlarımın beni sevmemesi, bunun üzerine zakkum yiyerek intihara kalkışmam
2002-2010 --- Hoşlandığım çocukların beni arkadaş olarak görmesi
2010- 2013 --- Ticaret hukukundan nefret etmek
2013- 2015 --- Sevgilimin her şeyi yasaklaması, bana bencil demesi, maillerimi okuması, işsiz kalmam, sevgilimin beni daha genç biri için terk etmesi
2015- 2016 --- Bu ara pek derdim yoktu ama kilo vermeye çalışıyordum
2016- 2017 --- Babamın kanser olması ve kemoterapi alması
2017- bugün --- Bütün bu dertlerin yarattığı görmüş geçirmişlik

Daha sonraki günlerde biraz yalnız takıldım çünkü okumam gereken belgeler vardı. Daha sonra da arabaya binip köyüme geldim. İşte Kigali maceram bu kadar.

Monday, May 28, 2018

Yazın geçmişimi özetliyorum & Ruanda'daki ilk izlenimlerim


Eskiden, 20li yaşlarımın başında tuttuğum günlükleri, blogları düşünüyorum. Az laf çok iş demeden, her şeyi uzun uzadıya yazar, durum değerlendirmeleri yapar, bu analizlerin üzerine sayısız planlar yapardım: beş yıllık kalkınma planları, daha sağlıklı olmak için planlar, sosyal fobimden ve özgüvensizliğimden kurtulmak için planlar, kilo vermek için planlar, falancayı tavlamak için, odamı toplu tutmak için, daha bakımlı olmak için, insanlarla daha rahat small talk yapabilmek için, regl dönemlerimi daha hafif atlatabilmek için, sonsuz, bitmeyen, tükenmeyen planlar. Bugün yaptığım işin buna benzer olması da (mülteci kampında yaşayan insanlarla konuşup durum değerlendirmesi yapmak sonra da bu konuda plan yapmak) ne kadar doğru bir meslek seçtiğimi kanıtlar nitelikte değilse nedir? Yine de bu konuda çok gerginim. Çünkü sanırım bu ikisi aynı şey değil.


Yıllar geçtikçe kitap okumayı, blog yazmayı, bunların çoğunu bıraktım. Uzun süre plan da yapmadım çünkü hayata dair bütün umutlarım sönmüştü. Aslında yazmayı bırakmamın sebebi, dürüst olayım ki, bir erkekti. O zamanki erkek arkadaşım X, yazmama engel oluyordu. Tabi ki açık açık onu yazma bunu yazma demiyordu (bazen onu da diyordu) ama ondan gizli yazmamın büyük bir suç olduğunu iddia ediyordu. 3 sene önce Mor Çatı’nın “flört şiddeti nedir” bröşürünü okuyarak çözülebilecek bu sorunum, bu kavramlardan haberdar olmamam sebebiyle uzadıkça uzadı. Ancak Mor Çatı bu konuya ben sevgilimden ayrıldıktan çok daha sonra el attı ve ben her şeyi yaşayarak öğrendim.


Ondan ayrılıp kendimi toparladıktan sonra blogumu yeniden açtım ve dürüstçe her şeyi yazmaya yeniden başladım. Yazmak adeta bir başkaldırı eylemine dönüştü. Kendimi zorlayarak da olsa ifade etmeye çalışıyordum. Çoğu zaman yazılarım bana anlamsız ve yavan gelirdi. Yine de kendimi ancak bu şeklide toparlayabileceğime inanır ve ne kadar çocukça da gelse, yazdığım her şeyi ciddiye almaya çalışırdım. Bazen psikolojik sağaltım da başkaldırı gibi bir şeye dönüşebilir, bence. Ama kısa zaman önce bu süreç de sekteye uğradı. Bu sefer yeni tanıştığım başka bir erkek, kendisini reddettiğim için numaramı Ayrancı’da mukim eskort numarası olarak bütün Ankara’ya dağıttı ve beni tehdit etmeye başladı. Aynı zamanda blogumu, şarkılarımı yüklediğim Youtube kanalını, hepsini bulmuştu, ben de bunları yeniden kapattım. Gerçi avukat olduğum için hem ceza hem de 6284 dilekçesini yazmıştım ve bu sayede onu püskürttüm.

Hala zaman zaman bir şeyler yazarken tereddüte düşüyorum ama bu korkunun üzerine gitmeye çalışıyorum.

……

Ruanda’ya geldiğimden beri hem bir coşku, hem de bir korku içindeyim. Coşkum doğaya, yaptığımız işe, insanlara, renklere yönelik. Bir de sonunda cinsiyete dayalı şiddet ile ilgili çalışmak sanki ilahi adalet gibi. Sadece kendimi değil bütün bir dünyayı iyileştirme iddiasında gibiyim lol. Kendi zihimdeki dipsiz kuyuları andıran korkular ise daha çok yalnızlığa, uzaklığa, büyümeye ve işimdeki yetkinliğime dair korkular. Korkular dalgalar halinde geliyor ve sanki tüm vücudumu yalayıp geçiyor, sonra geri çekiliyor, sonra tekrar geliyor, sonra geliyor, ama ben onları ciddiye almamaya çalışıyorum. Bazen de kardeşimi, annemi, teyzemi arıyorum, arkadaşlarıma mesajlar yazıyorum, sanki geceleri balkondan kayan bir gölgeye tutunmaya çalışır gibi onların uzaktan bana ulaşan sevgilerine tutunmaya çalışıyorum. Sevgi ne demek? Sanıyorum ki bu kadar güçsüz olmasaydım, sevgiye bu kadar önem atfetmezdim. Özlemek de belki güçsüzlüğün bir göstergesidir, gibi geliyor bana. Belki de değil. Belki de robot gibi bir şey olmaya çalışıyorum, ki bu yersiz bir tutum. İçimdeki bu yumuşak, yapış yapış sıvımsı duygulardan en hafif tabirle utanıyorum.

……

İşimle ve mültecilerle ilgili şeyler yazmak da isterdim ama sanırım bunu yapmamız yasak.
…….

İşi çok sevdim. Türkiye’de bana anlamsız gelen çoğu kalıp, çoğu sözcük, çoğu prensip, burada daha anlamlı, daha somut.
…..

En büyük korkum ise yeni ofisimde beni beğenmemeleri.
…..

Ruanda dünyanın en yeşil ülkesi. 1000 tepeli ülke de deniyor. Benim kaldığım Tanzanya sınırında, sonsuz vadiler, Akagera ırmağı, muz ağaçları, mısırlar, yeşilin onlarca tonu, ve kuru mevsim yaklaştıkça her yeri kırmızı toza bulayan toprak var. İnsanları sevecen, kibar, çekingen. İnsanların trajik tarihi unutulmuş gibi, ama sorarsan sana anlatabiliyorlar, mesela ailelerinin katledildiğini, Uganda’ya kaçtıklarını. Bizim kuşağımız ilkokula giderken yaşanan bu olay, günlük yaşamda izlerini pek belli etmiyor. Etnisite büyük bir tabu. Kimse etnik konulardan bahsetmiyor. 1 dolar 8600 Ruanda Frankı. Ülkede fakirlik var. Kadınlar sokaklarda aktif olarak yaşama katılıyor. Çevre çok temiz. Plastik poşet kullanımı yasak. Köyümüzde çoğu evde su yok ve çeşmeden taşınıyor. Ben hala bir iş arkadaşımda kalıyorum ve kiralayacağım müstakil evin yapımının bitmesini bekliyorum.