Tuesday, May 29, 2018

Kigali'de 10 gün gezdim dolaştım


Köyümüzde anlatacağım çok da ilginç bir şey yok, aslında vardır mutlaka ama şu an aklıma gelmiyor. Bu yüzden bu ayın başında Kigali’de geçirdiğim 10 günü anlatayım.

Kigali’ye ilk geldiğimde kurumun merkez ofisine gittim ve abartısız 10 gün boyunca sabahları oraya gidip akşam 5’e kadar oturup evraklarımın hazırlanmasını bekledim. Buradan çıkışta son derece lüks otelime geri dönüyordum, bir süre sonra bunun mantıksız olduğuna karar verip daha ucuz bir pansiyona geçtim. Bu belirsiz, bomboş süre içerisinde, akşamları bir yerlere gidip yemek yiyor, bira içiyordum, ders çalışıyor ve internetten Ruanda tarihine dair kitaplar indiriyordum:
  1.          Machette Season
  2.          Shaking hands with the devil
  3.         Cahiers de Memoir, Kigali 2014
  4.       We wish to inform you that tomorrow we will be killed with our families

Bunun dışında bir kere, tesadüfen, çalıştığım kurumun Kigali ofisinden insanların düzenlediği bir partiye gittim. Güzeldi ancak çok da ilginç bulmadım. İnsanlar Ankara’daki gibiydi, biraz tutuk, biraz mesafeliydi, sanırım milliyetle değil de BM’nin kendisi ile ilgili bir şey.

Bunun dışında livinginkigali.com’da bulduğum “Expat” tavsiyelerini okuya okuya Müslüman mahallesine, birkaç puba, bara, bir de şehir turuna katıldım, Kigali dağına, fermente süt satan bir kafeye, soykırım anıtına gittim. Güvenlik briefinde (gereksiz yere) sıkı sıkıya uyarmalarına rağmen motor taksilere bindim, Kigali’nin yeşil, inişli çıkışlı yollarında motorla gezmek çok güzel bir şey. Kigali lüks ve pahalı, ama çok ama çok fakir mahalleri de var. Sanki bazı mahalleler özellikle zengin turistler için dizayn edilmiş gibi. Pek çözemedim.

İnternette Perşembe geceleri, bir sanat galerisinde “Happy Hour” olduğu, Kigali’nin bütün “expatlerinin”, yani dürüst olalalım, muzungularının (muzungu, biraz şok edici olsa da beyaz demek, bir de kampımızda çocuklar arasındaki yeni lakabım) oraya doluştuğu yazıyordu. Sinekli, ıssız pansiyonuma dönmektense bir gideyim dedim.

İçeride beni inanılmaz mainstream yakışıklı bir genç karşıladı. İsmi Sam’miş. Galeriyi gezdirirken sürekli açıklamalarda bulundu. Çok rahatsız olmuştum çünkü:

    1. Sanat sepet ortamlarından rahatsız olurum

2. Geleneksel anlamda yakışıklı ve bu durumla barışık erkekler beni strese sokar

Bu rahatsızlığımdan ötürü hemen kokteylleri ard arda diktim, 30 yaşında stresle başa çıkma yöntemim bu çünkü. Yaşlı Amerikalı bir çiftle konuşurken onu yakaladım. Amerikalı bayık çift ne yapıyordu tahmin edin, elbette çocukcağıza Safari fotoğraflarını gösteriyordu. Burada resim dersleri verildiğini duyunca ders almak istediğimi söyledim. Hemen İnstagram hesabımı açıp çocukcağıza yaptığım resimleri gösterdim. “You are very talented. Ama bence yağlı boya kullanman lazım.” Dedi. “Sen burada mı çalışıyorsun?” dedim hemen. “Ben sanatçıyım” dedi. Amerikalı çift az önce onun tablosunu almış. Az sonra Amerikalılar kalkıp gitti.

Sam’in “işleri” Amerika’da da sergileniyormuş. Ruandalı genç yetenek, bir sürü kumaş kullanıyordu, kaç gündür sokaklarda gördüğüm renkli kadın elbiseleri yüzlerce küçücük kadın figürünün üzerindeydi. Kadınlar hem güzel elbiseler içindeydi hem çok seçilmiyorlardı, hem de inanılmaz kalabalık bir yığın oluşturmuşlardı, sanki gösteri yapan politik bir topluluk gibi. Bazı minik figürler kafasında sepet taşıyordu, çok bilindik bir Afrikalı kadın temsili, ancak köyümüze gelirseniz burada kafanda sepet taşımak İstinye Park'ta bilekte çanta taşımak gibi bir şey. Yandaki açıklamada Sam'in tablolarında cinsiyet konusunu işlediği yazıyordu, nedense kendimi tablolardaki rengarenk elbiseler karşısında sade ve gösterişsiz buldum.

Ben tablolara bakarken, kapıda bekliyordu. 5 yaşımdan beri romantik bir yönelimim var ama romantik olarak aktif olduğum bu 24 yılda etkili bir flört stratejisi geliştiremedim. Çok ama çok etkisiz, dandik bir flört tarzım var, o da teatral, abartılı tepkilerle karşımdaki insanı güldürmeye çalışmak. Bu sefer de aynısını yaptım: abartılı bir iç çekişle zavallı çocuğa dönüp “İzin verirsen çalışmalarını layığıyla hazmetmek için yalnız kalmam lazım.” Dedim. Galiba biraz işe yaradı çünkü bana tatlı bir gülüşle bakıp dışarı çıktı.

Cumartesi gittiğim şehir turunda Fas asıllı Fransız ve Polonyalı iki kadın ile tanıştım, Pazar günü buluşup biraz daha dolaştık. Sonra kızlardan biri sanat galerisine gitmeyi teklif etti, ben tabi  daha önce orayı görmüştüm, ama elbette geri çevirmedim.

Gittiğimizde galerinin sahibi yalnız başınaydı, manzaraya karşı bira içiyordu. Nasıl olduysa beni hatırladı. Ben de yüzsüzce Sam’i sordum, evde, dedi. Galerinin sahibi Innocent bize de bira ikram etti, bu sırada Faslı kız Blockchain üzerinde çalışıyormuş, uzun uzun onu anlattı, Imogen Heap de Blockchain üzerinden sanatını yaymış, vs vs. Nasıl kendinden emindi, ne kadar baskındı. Biraz kıskandım çünkü kendini dinletiyordu. Innocent’ın küçükken, Uganda’da yaşarken, bir maymunu varmış, Pazartesi geldiği için adı Monday Monkey imiş. Sonra evlerini su basmış ve Monday Monkey ölmüş. Bizi yemeğe davet etti.

Yolda Mariott Otele uğrayıp Jamaika kökenli Amerikalı bir besteciyi arabaya aldık. Adı Gordon’mış. Google’a ismini yazınca ünlü olduğu ortaya çıkıyordu. Kendi söylediği şarkıları aşırı dandikti. Innocent’tan tablo almış. Yalnız Innocent bu zenginlerle, yani kendi tablolarını alan, Mariott'da kalan zenginlerle takılırken, bizim gibi parasız olduğu her halinden belli genç kadınları neden davet ettiğini çok anlamadım. Tutup da tablo alacak halimiz yok, eh pek ilginç tipler de değildik.

Gordon yemek sırasında inanılmaz korkunç laflar etti. Aslında sempatik bir adamdı. Patlattığı bombayı aşağıda alıntılamak isterim:

“Soykırım anıtına gidince, dedim ki vay be, insanlar neleri affediyor. Ve çok ağladım. Ve ben de 2 senedir konuşmadığım arkadaşımı affetmeye karar verdim. Elbette affetmem zor olacak ama deneyeceğim.”

Karşısında soykırım yüzünden çocukluğunu Uganda'da mülteci olarak geçirmiş Ruandalı sanatçılara verdiği abuk örneğe şok oldum ve az kalsın katıla katıla gülecektim ama Innocent sakince adama bakarak: “Vay be ne yaptı da 2 senedir konuşmuyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine besteci dünyanın en drama queen hikayesini anlatmaya koyuldu.

Bu esnada içten içe kendimle benzerlikler buluyor, kendi acılarımın kronolojisini çıkarıyordum:

1997-2002—Şişman ve inek olduğum için sınıf arkadaşlarımın beni sevmemesi, bunun üzerine zakkum yiyerek intihara kalkışmam
2002-2010 --- Hoşlandığım çocukların beni arkadaş olarak görmesi
2010- 2013 --- Ticaret hukukundan nefret etmek
2013- 2015 --- Sevgilimin her şeyi yasaklaması, bana bencil demesi, maillerimi okuması, işsiz kalmam, sevgilimin beni daha genç biri için terk etmesi
2015- 2016 --- Bu ara pek derdim yoktu ama kilo vermeye çalışıyordum
2016- 2017 --- Babamın kanser olması ve kemoterapi alması
2017- bugün --- Bütün bu dertlerin yarattığı görmüş geçirmişlik

Daha sonraki günlerde biraz yalnız takıldım çünkü okumam gereken belgeler vardı. Daha sonra da arabaya binip köyüme geldim. İşte Kigali maceram bu kadar.

No comments:

Post a Comment