Sağanak yağışlar bitti, kuru
mevsim başladı ve sıcaklar inanılmaz arttı. Yine 30 dereceyi geçmez diye tahmin
ediyorum ancak hissedilen sıcaklık daha fazla. İlk başlarda beni büyüleyen canlı
yeşil, muz, mısır tarlaları, otlar, şimdi donuklaştı, adeta plastikleşti, kızıl
bir tozla kaplandı. Kızıl tozlar her yerde, duş alırken insanın saçlarından
yere akıyor, ayak tabanları adeta kızıla boyanıyor. Eve çeşit çeşit haşere doluştu.
Sıtma yapan sinekler çoğaldı, kıyafetlerin üzerinden bile ısırmaya başladı.
Sabahları her ne kadar yıkansam da, deodorantımı sürünsem de, akşamları kamptan
her geldiğimde leş gibi ter kokuyorum.
Bu haftasonu Kigali’ye gitmedim.
Cumartesi kampa gittim. Bir proje kapsamında 14-16 yaş arası çocuklara insani
prensipler ile ilgili sunum yapmamı istediler. Bu bana çok saçma geldi çünkü
insani prensiplerin bu yaştaki çocukları ilgilendiren bir konu olduğunu hiç
düşünmemiştim. Benden istedikleri şey, insani yardım kuruluşlarının bunları
nasıl uyguladığı (insanlık, tarafsızlık, hükümetlerden bağımsızlık vb) ve
uygularken ne tür güçlüklerle karşılaşıp nasıl ikilemlerde kaldıklarını
anlatmamdı.
Gittiğimde bütün çocukların not
alıp sürekli sorular sorduklarını ve beni dikkatle dinlediklerini görünce çok
şaşırdım.
-
Biz insani yardım kuruluşu çalışanları, bazen
bağış yapan ülkenin veya ev sahibi ülkenin istekleri ile hedef grupta olan
insanların istekleri arasında ikilemde kalırız. Bu yüzden insani prensipleri
uygulamak zaman zaman zorlaşır. Yapılması gereken şey bir denge kurmaya, yeni
çözümler aramaya çalışmaktır. Peki, siz hiç böyle bir durumda kaldınız mı?
Doğru olanı yapmaya çalışırken gerçek hayatla olması gerekenin uyuşmadığını
gördünüz mü?
Verilen cevaplar olağanüstüydü:
-
Benim bir arkadaşım vardı. Okulda öğle yemeği
yiyemiyordu. Bizim evde de yemek oluyordu. Ben de onu evimize davet ettim. Ama
annemle babam onlar evde değilken arkadaşımı yemeğe çağırmama kızdılar. Ben de
kilerden yemek çalıp okula götürmeye başladım. Bunun üzerine bunu fark edip
kilerin kapısını kilitlediler. Sonra okulda bir arkadaşımı buldum, onun ailesi
zengindir. O da o çocuğu yemeğe davet etmeyi kabul etti. Böylece sorun çözüldü.
-
Sizi tebrik ederim, ve ilerde insani yardım
kuruluşunda çalışmanızı şiddetle tavsiye ederim. Keşke bütün insani yardım
kuruluşları hak savunuculuğu yapmada ve yeni yeni bağışçılar aramada sizin kadar
kararlı ve ısrarcı olsa.
Bu iltifatıma sınıfın çoğunluğu
güldü ama yorumu yapan çocuk biraz rahatsız bir şekilde yerine oturdu.
Daha sonra bana Suriye ile ilgili
sorular sordular. Suriye’deki durumu anlatırken, Burundili çocuklara
kendilerininkine benzeyen bir durumu anlatmaktan dolayı rahatsız oldum,
özellikle savaşın uzun süredir devam ettiğini söylemekte kararsız kaldım. Son
olarak çocukları uzun uzun tebrik ettim, yaşlarına göre çok ilerde olduklarını
düşündüğümü belirttim, onlar da beni uzun uzun alkışladı.
Bu sunum, kamptaki başka sayısız
olay gibi, beni çok şaşırttı ve etkiledi. Mülteci koruma alanında “protection
environment” denen bir şey vardır. Genel ortamın nasıl olduğu, hükümetin ve
halkın mültecilere nasıl davrandığı, güvenlik, sosyal entegrasyon, okullaşma
oranı, vb vb. Burundili mülteciler, ve özellikle gençler, bütün temel ihtiyaç
sorunlarına rağmen, söyledikleriyle, yaptıklarıyla, geleceğe olan bakışlarıyla
ve Ruandalılarla olan iletişimleriyle, Türkiye’dekinden daha umutlu bir tablo
çiziyorlar, sanırım.
Başka bir gelişme de işimdeki kabızlık derecesine varan endişelerimle ve kariyerist hırslarımla ilgili. Geçen hafta ofisimizin başı beni
çağırıp, daha da şaşırtıcı bir konuşma yaptı. Önce genel kurallardan bahsetti.
Sonra kafasını kaldırıp zihnimin içini okurcasına:
-
Başka bir konu daha var. O da senin karakterin,
dedi.
Allah kahretmesin, işte, ne kadar
zayıf, güçsüz, depresif, şişman olduğumu anladı ve yüzüme vuracak, derken:
-
Sende kendimi görüyorum. İşte ben de böyle
ürkektim. Diyerek ciddi ciddi bana baktı. İnsanlara kendini sevdirdin, çünkü
kibar, yumuşak başlısın. Bunu hemen yapabilen az insan vardır. Bu kadar
sevilebilir olmak da bir yetenek. Ancak unutma ki iş başka arkadaşlık başka. Kısa
cümleler kurmaya çalış, sesini düşürme. Seni biz yönetici diye aldık, yeni bir
genç arkadaş diye değil. Daha önce hiç böyle bir sorumluluk almadığının
farkındayım. Ama merak etme, yakında kendi yöneticilik tarzını oturtacaksın.
Hata yapmaktan korkma, sadece sorumluluklarını başkasına yıkma, dedi. Afrika kültüründe kadınlar emir vermez. Herhalde sizin ülkenizde de ataerkil bir kültür var. Ama buradakiler bunu bilmezler. Her beyazı aynı kefeye koyarlar. Sen de beyazsın. Buna güvenerek istediğin gibi davranabilirsin. Hoşgörüyle karşılarlar. Ataerkil düşüncelerin seni yenmesine izin verme, dedi.
-
Söylediğiniz doğru, aslında, dürüst olayım, çok
endişeliyim, diyiverdim.
-
Olma. İşi yapamayacağını düşünseydik seni
almazdık.
Aslında dilimin ucuna kadar gelen “Peki,
kaçıncı sıradaydım? Gerçekten mülakatımı beğendiniz mi? Beni gerçekten seviyor
musunuz? Gizli yeteneklerim olduğunu düşünüyor musunuz? Lütfen beni biraz övün.
Buna çok ihtiyacım var.” Cümlelerini yutarak teşekkür ettim, “sizinle
tanıştığım için çok şanslıyım.” Diyerek çıktım.
Bazen o kadar sıvılaşıyorum ki, ev
aramam gerekirken buna bile mecalim yok. (Sıvılaşmak ne demektir diye soracak
olan varsa, sıvılaşmak, yıllardır yaşadığım ve artık mutlaka aşmak istediğim
bir ruh hali. Sıvı nasıl bulunduğu kabın şeklini alıyorsa, ben de, yaşamda,
bazen, bu güçlüğü hissediyorum. Obezite derecesine varan şişmanlığım da bunu
daha beter yaptı. İnşallah bu disiplinsizliği çok yakında aşacağım). Köyümüzde
yapımı bitmiş bir ev yok. Şu anki evim beni doğrudan yöneten kişinin evi.
Burada da çok uzun süre kalamam.
No comments:
Post a Comment