Sunday, June 3, 2018

Kuru mevsimin gelişi, işyerindeki sıkıntılarım, yeni bir ev arayışı



Sağanak yağışlar bitti, kuru mevsim başladı ve sıcaklar inanılmaz arttı. Yine 30 dereceyi geçmez diye tahmin ediyorum ancak hissedilen sıcaklık daha fazla. İlk başlarda beni büyüleyen canlı yeşil, muz, mısır tarlaları, otlar, şimdi donuklaştı, adeta plastikleşti, kızıl bir tozla kaplandı. Kızıl tozlar her yerde, duş alırken insanın saçlarından yere akıyor, ayak tabanları adeta kızıla boyanıyor. Eve çeşit çeşit haşere doluştu. Sıtma yapan sinekler çoğaldı, kıyafetlerin üzerinden bile ısırmaya başladı. Sabahları her ne kadar yıkansam da, deodorantımı sürünsem de, akşamları kamptan her geldiğimde leş gibi ter kokuyorum.

Bu haftasonu Kigali’ye gitmedim. Cumartesi kampa gittim. Bir proje kapsamında 14-16 yaş arası çocuklara insani prensipler ile ilgili sunum yapmamı istediler. Bu bana çok saçma geldi çünkü insani prensiplerin bu yaştaki çocukları ilgilendiren bir konu olduğunu hiç düşünmemiştim. Benden istedikleri şey, insani yardım kuruluşlarının bunları nasıl uyguladığı (insanlık, tarafsızlık, hükümetlerden bağımsızlık vb) ve uygularken ne tür güçlüklerle karşılaşıp nasıl ikilemlerde kaldıklarını anlatmamdı.

Gittiğimde bütün çocukların not alıp sürekli sorular sorduklarını ve beni dikkatle dinlediklerini görünce çok şaşırdım.

-          Biz insani yardım kuruluşu çalışanları, bazen bağış yapan ülkenin veya ev sahibi ülkenin istekleri ile hedef grupta olan insanların istekleri arasında ikilemde kalırız. Bu yüzden insani prensipleri uygulamak zaman zaman zorlaşır. Yapılması gereken şey bir denge kurmaya, yeni çözümler aramaya çalışmaktır. Peki, siz hiç böyle bir durumda kaldınız mı? Doğru olanı yapmaya çalışırken gerçek hayatla olması gerekenin uyuşmadığını gördünüz mü?

Verilen cevaplar olağanüstüydü:

-          Benim bir arkadaşım vardı. Okulda öğle yemeği yiyemiyordu. Bizim evde de yemek oluyordu. Ben de onu evimize davet ettim. Ama annemle babam onlar evde değilken arkadaşımı yemeğe çağırmama kızdılar. Ben de kilerden yemek çalıp okula götürmeye başladım. Bunun üzerine bunu fark edip kilerin kapısını kilitlediler. Sonra okulda bir arkadaşımı buldum, onun ailesi zengindir. O da o çocuğu yemeğe davet etmeyi kabul etti. Böylece sorun çözüldü.

-          Sizi tebrik ederim, ve ilerde insani yardım kuruluşunda çalışmanızı şiddetle tavsiye ederim. Keşke bütün insani yardım kuruluşları hak savunuculuğu yapmada ve yeni yeni bağışçılar aramada sizin kadar kararlı ve ısrarcı olsa.

Bu iltifatıma sınıfın çoğunluğu güldü ama yorumu yapan çocuk biraz rahatsız bir şekilde yerine oturdu.

Daha sonra bana Suriye ile ilgili sorular sordular. Suriye’deki durumu anlatırken, Burundili çocuklara kendilerininkine benzeyen bir durumu anlatmaktan dolayı rahatsız oldum, özellikle savaşın uzun süredir devam ettiğini söylemekte kararsız kaldım. Son olarak çocukları uzun uzun tebrik ettim, yaşlarına göre çok ilerde olduklarını düşündüğümü belirttim, onlar da beni uzun uzun alkışladı.

Bu sunum, kamptaki başka sayısız olay gibi, beni çok şaşırttı ve etkiledi. Mülteci koruma alanında “protection environment” denen bir şey vardır. Genel ortamın nasıl olduğu, hükümetin ve halkın mültecilere nasıl davrandığı, güvenlik, sosyal entegrasyon, okullaşma oranı, vb vb. Burundili mülteciler, ve özellikle gençler, bütün temel ihtiyaç sorunlarına rağmen, söyledikleriyle, yaptıklarıyla, geleceğe olan bakışlarıyla ve Ruandalılarla olan iletişimleriyle, Türkiye’dekinden daha umutlu bir tablo çiziyorlar, sanırım.

Başka bir gelişme de işimdeki kabızlık derecesine varan endişelerimle ve kariyerist hırslarımla ilgili. Geçen hafta ofisimizin başı beni çağırıp, daha da şaşırtıcı bir konuşma yaptı. Önce genel kurallardan bahsetti. Sonra kafasını kaldırıp zihnimin içini okurcasına:

-          Başka bir konu daha var. O da senin karakterin, dedi.

Allah kahretmesin, işte, ne kadar zayıf, güçsüz, depresif, şişman olduğumu anladı ve yüzüme vuracak, derken:

-          Sende kendimi görüyorum. İşte ben de böyle ürkektim. Diyerek ciddi ciddi bana baktı. İnsanlara kendini sevdirdin, çünkü kibar, yumuşak başlısın. Bunu hemen yapabilen az insan vardır. Bu kadar sevilebilir olmak da bir yetenek. Ancak unutma ki iş başka arkadaşlık başka. Kısa cümleler kurmaya çalış, sesini düşürme. Seni biz yönetici diye aldık, yeni bir genç arkadaş diye değil. Daha önce hiç böyle bir sorumluluk almadığının farkındayım. Ama merak etme, yakında kendi yöneticilik tarzını oturtacaksın. Hata yapmaktan korkma, sadece sorumluluklarını başkasına yıkma, dedi. Afrika kültüründe kadınlar emir vermez. Herhalde sizin ülkenizde de ataerkil bir kültür var. Ama buradakiler bunu bilmezler. Her beyazı aynı kefeye koyarlar. Sen de beyazsın. Buna güvenerek istediğin gibi davranabilirsin. Hoşgörüyle karşılarlar. Ataerkil düşüncelerin seni yenmesine izin verme, dedi.

-          Söylediğiniz doğru, aslında, dürüst olayım, çok endişeliyim, diyiverdim.

-          Olma. İşi yapamayacağını düşünseydik seni almazdık.

Aslında dilimin ucuna kadar gelen “Peki, kaçıncı sıradaydım? Gerçekten mülakatımı beğendiniz mi? Beni gerçekten seviyor musunuz? Gizli yeteneklerim olduğunu düşünüyor musunuz? Lütfen beni biraz övün. Buna çok ihtiyacım var.” Cümlelerini yutarak teşekkür ettim, “sizinle tanıştığım için çok şanslıyım.” Diyerek çıktım.

Bazen o kadar sıvılaşıyorum ki, ev aramam gerekirken buna bile mecalim yok. (Sıvılaşmak ne demektir diye soracak olan varsa, sıvılaşmak, yıllardır yaşadığım ve artık mutlaka aşmak istediğim bir ruh hali. Sıvı nasıl bulunduğu kabın şeklini alıyorsa, ben de, yaşamda, bazen, bu güçlüğü hissediyorum. Obezite derecesine varan şişmanlığım da bunu daha beter yaptı. İnşallah bu disiplinsizliği çok yakında aşacağım). Köyümüzde yapımı bitmiş bir ev yok. Şu anki evim beni doğrudan yöneten kişinin evi. Burada da çok uzun süre kalamam.





No comments:

Post a Comment