Saturday, June 9, 2018

Altı boş bir bardak, etrafa dağılmış bir ton pamuk


Nyakarambi’deki yaşamımı anlatan bu günceyi oluştururken, ilk başta, çok maceralı, ilginç, Afrika müziği ve neşeli nağmeler ile dolu bir şeyler yazacağımı zannediyordum. Afrika müziği, güzel bir doğa, motorla gezmek, kampta davullar eşliğinde güzel şeyler yapmak, bunlar yok mu? Var. Ancak yalnız geçirdiğim vakitler arttıkça, ve internetin, Cuma günü içmeye çağıran dostların, kardeşimin, kedilerimin, Ankara’nın barlarının eksikliğinde, kızıl topraklara baktıkça, kendi muzungu dertlerimin ağırlığı, su yüzüne çıkmaya başladı, uzun uzun, kendi muzungu dertlerimi düşünmeye, neden böyle oluyor, diye sormaya başladım.

En büyük muzungu derdim sağlık. Obeziteden kaynaklanan göz siniri zedelenmesi ve karaciğer yağlanması var. Obezite karakterimi bile değiştirdi diyebilirim. Her zaman evde oturmayı seven, Yengeç burcu, hareketsiz bir insandım ama şimdi sanki en ufak hareket bile dağ tırmanışı gibi, koltukta çöktükçe çöküyorum, hele iş yoksa ve Kigali’ye gitmediysem, bütün günü bahçede, sinek ısırıklarıyla savaşarak, ama yatay pozisyonda geçiriyorum. İçimde düşünceler ertelendikçe erteleniyor, sanki ruhum sandalyenin altından toprak zemine akıyor, çöktükçe çöküyor, saatlerce böyle kalıyorum.

İnsanlar bu yaşta böyle bir kilo artışını ve yaşam enerjisi eksikliğini asla anlayamazlar. Çoğu zaman “Ben Ağır Yaşamlar’ı izledim. Orada Doktor Now var öyle bir zayıflatıyor ki. Sen neden bu kadar çok yemeğe başladın ama Ezgicim ya?” derler. “Ağır yaşamlar’ı izlediğine göre sebebini tahmin etmek zor olmasa gerek!” dememek için kendimi çoğu zaman zor tutmuşumdur. Çoğu zaman obezlerin hikayesi benzer birbirine. Cinsel şiddete uğrayan milyonlarca kadın ya riskli davranışlar içine giriyor, ya da çareyi yemek yiyip hareket etmemekte buluyor. Yaşadıklarımı bugün, etraflıca düşününce, bir cinsel şiddet olarak tanımlayabiliyorum. Ancak bunu ben, içten içe istemiş olmalıyım diye düşündüm. Nasıl izin verdim, nasıl çekip gitmedim, nasıl bağırmadım, her yerden engelleyip izimi kaybettirmedim? Neden bu kadar uysal davrandım, etrafa yayılmış bir ton pamuk gibi?

Aklıma sürekli gelen bir başka metafor ise altı boş bir bardak. Bazen arkadaşlarımı ve ailemi gerçekten seviyor muyum diye düşünüyorum, yoksa bu sevgiler hiç dinmeyen bir ihtiyacın mı tezahürü? Sanki bütün ilişkilerimizde benliğime aktarılan sevgi, altı boş bir bardağa dökülüyormuş gibi akıp gidiyor.  Hiçbir zaman ama hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bunu söylediğimizde çoğu arkadaşımız bilgiç bir gülümsemeyle “Peki, sen kendini seviyor musun?” diye sorar. Oysaki bunu ölçmek biraz zor bir şeydir.

Burada bizim jenerasyonumuz bir katliama tanık olmuş. Konuştuğumuz herkes ama herkes, insanların pala ile kıtır kıtır kesilmesini, annelerin çocukların gözü önünde iğfal edilmesini yaşamış. 30 yaşında bir insan, o zaman 6 yaşındaymış. Bundan hiç bahsetmiyorlar. Bu yüzden sanki yaşam, hiçbir şey olmamış gibi akıp gidiyor. Ben de bu sessizlik içinde, başkalarının acılarını o kadar da bilmediğim için, tipik bir muzungu gibi, evin büyük ve bakımlı bahçesinde, ayaklarımı uzatarak, kendi yaşamımda olan biteni düşünüyorum.


Thursday, June 7, 2018

Kafayı yemek üzereyim lol

Yazmak rehabilitasyon gibi bir şeyse, ben de bu yöntemi iyice benimsedim sayılır. Az önce işten geldim, araç olmadığı için motora bindim de geldim. Sabah da 7de ofise gitmiştim. İyice kafayı kıracağım böyle giderse gibi hissediyorum. Bu yüzden biraz konu başlıklarına ayırarak anlatayım çünkü biraz yorgunum. Böl ve yönet yapalım. 

1. Bu sabah gördüğüm rüya
Google mapsten street view yapıyoruz ya. İşte o sağ köşedeki adamcık gibi bir yere atılmışım. Önce Avustralya sanıyorum. Uçurumun kıyısında okyanusa bakan bir otoyol. Yürüdükçe yürüyorum, tek tük evler belirmeye başlıyor. Binalar çok katlı, bej rengi, köhne, gitgide sıklaşıyor. Birden kardeşim çıkageliyor, beraber yürüyoruz. Bir şehir merkezine geliyoruz. Daha önce hiç görmediğim bir yer burası. Kocaman Arapça tabelalar var. Bir yola sapıyoruz, upuzun uzanıyor, iki yanda Çin restoranları, dükkanlar. Etrafta kimse yok, burası neresi diye sormak istiyoruz ama bir yandan böyle tahmin etmeye çalışmak da eğlenceli. Uzun yol yokuş oluyor, çıkıyoruz ve bitiyor. Çıkmaz bir sokakmış. Bu yüzden geri dönüyoruz. Kardeşim "Abla burası neresi?" diye soruyor. Batı Afrika'da bir yer, belki Çad! diyorum. Ama uyduruyorum da. 

2. Kampımıza Japonlar geldi
Ve bir ambülans bağışladılar. Bunun üzerine danslar yapıldı, kampta en etkin insanlar olan kadın dans grubumuz (doğum kontrol üzerine mesaj veren şarkılar söyleyen, sürekli gülümseyen, süper dans eden bir grup) Japon büyükelçisi beyi dansa kaldırdı. Hayatımda gördüğüm en değişik sahnelerden biriydi. Keşke bu görsel hafızamı sizinle paylaşabilsem.

3. Aşırı çalışma sonucu beynimde oluşan deformasyon
Keşke ben işime aşık bir kariyer kadını olsaydım. Ama malesef ömrüm boyunca öyle biri olamadım. Ben de kampta ve ofiste geçirdiğim günde ortalama 13 saati nasıl eğlenceli geçirebilirim diye, bilinçsizce düşünmeye başladım. Aslında buna düşünmek de denmez, bilinçdışının basit bir oyunu diyelim. Ve sonunda ofisimizin doktorundan hoşlanmaya başladım. Böylece kamptaki yaşamıma bir heyecan gelmiş oldu. Ben buna "romantik sitümülasyon" adını verdim. Hayat bazen o kadar anlamsız, boş, yavan olur ki onu dolduracak, kendimizi motive edecek bir şeyler ararız. 

Doktorun ülkesinden (Doğu Afrika ülkesi) iki tane çok cool şarkıcı biliyorum: biri bir klasik olmuş, ikincisi 70lerin psychedelic rakçısı. Onunla tanışır tanışmaz bunu söyledim. Şu ana kadar bana çok saçma şeyler söyledi, soykırım anıtına gittiğimizde "İşte bunlar hep emperyalist güçlerin oyunu" dedi, Hollandalı Barış Danışmanımızın evinde yaptığı hipster vejetaryen yemekler hakkında "onları tavuklar yer" demek olsun. Çocuklar bana "Hello muzungu!" dediğinde "Hello Africa!" demek olsun (yok aslında bu esprisi iyiydi). Açıkçası birinden hoşlanacaksam bu kişi babamdan biraz daha açık görüşlü olmalıydı diye düşünüyorum. Yine de bilinçaltımız böyle şeyleri dinlemiyor.

4. Onun da benden hoşlandığını gösteren küçük detaylar
  • Vaktin var mı? dediğimde "Senin için her zaman vaktim var" dedi.
  • Hiç işi olmamasına rağmen koordine ettiğim toplantıya gelip yanıma oturdu, ne işin var burada diye soranlara gülerek omuz silkti.
  • Kinyarwandaca "tarafsızlık" ve "Bugün günlerden Perşembe" dediğimde "Neden böyle şeyler öğreniyorsun, seni seviyorum demeyi öğren" dedi. (Bunu 2 -yazıyla İKİ kere yaptı)
  • Bir ülke örnek verecekse "Türkiye" diyor.
  • Bir keresinde çok yorgundu. Ben de yanına gidip omzuna elimi koyarak "Yorgun musun?" diye sordum. O zaman kafasını kaldırıp bana baktı ve utangaçça gülümsedi ve bu esnada sanki zaman biraz yavaşladı.
5. Bu kadar yeter
Bir sonraki yazımda size iş arkadaşlarımı, ülkenin politik durumunu, ve çeşitli kişisel sorunlarımı anlatacağım.

Sunday, June 3, 2018

Kuru mevsimin gelişi, işyerindeki sıkıntılarım, yeni bir ev arayışı



Sağanak yağışlar bitti, kuru mevsim başladı ve sıcaklar inanılmaz arttı. Yine 30 dereceyi geçmez diye tahmin ediyorum ancak hissedilen sıcaklık daha fazla. İlk başlarda beni büyüleyen canlı yeşil, muz, mısır tarlaları, otlar, şimdi donuklaştı, adeta plastikleşti, kızıl bir tozla kaplandı. Kızıl tozlar her yerde, duş alırken insanın saçlarından yere akıyor, ayak tabanları adeta kızıla boyanıyor. Eve çeşit çeşit haşere doluştu. Sıtma yapan sinekler çoğaldı, kıyafetlerin üzerinden bile ısırmaya başladı. Sabahları her ne kadar yıkansam da, deodorantımı sürünsem de, akşamları kamptan her geldiğimde leş gibi ter kokuyorum.

Bu haftasonu Kigali’ye gitmedim. Cumartesi kampa gittim. Bir proje kapsamında 14-16 yaş arası çocuklara insani prensipler ile ilgili sunum yapmamı istediler. Bu bana çok saçma geldi çünkü insani prensiplerin bu yaştaki çocukları ilgilendiren bir konu olduğunu hiç düşünmemiştim. Benden istedikleri şey, insani yardım kuruluşlarının bunları nasıl uyguladığı (insanlık, tarafsızlık, hükümetlerden bağımsızlık vb) ve uygularken ne tür güçlüklerle karşılaşıp nasıl ikilemlerde kaldıklarını anlatmamdı.

Gittiğimde bütün çocukların not alıp sürekli sorular sorduklarını ve beni dikkatle dinlediklerini görünce çok şaşırdım.

-          Biz insani yardım kuruluşu çalışanları, bazen bağış yapan ülkenin veya ev sahibi ülkenin istekleri ile hedef grupta olan insanların istekleri arasında ikilemde kalırız. Bu yüzden insani prensipleri uygulamak zaman zaman zorlaşır. Yapılması gereken şey bir denge kurmaya, yeni çözümler aramaya çalışmaktır. Peki, siz hiç böyle bir durumda kaldınız mı? Doğru olanı yapmaya çalışırken gerçek hayatla olması gerekenin uyuşmadığını gördünüz mü?

Verilen cevaplar olağanüstüydü:

-          Benim bir arkadaşım vardı. Okulda öğle yemeği yiyemiyordu. Bizim evde de yemek oluyordu. Ben de onu evimize davet ettim. Ama annemle babam onlar evde değilken arkadaşımı yemeğe çağırmama kızdılar. Ben de kilerden yemek çalıp okula götürmeye başladım. Bunun üzerine bunu fark edip kilerin kapısını kilitlediler. Sonra okulda bir arkadaşımı buldum, onun ailesi zengindir. O da o çocuğu yemeğe davet etmeyi kabul etti. Böylece sorun çözüldü.

-          Sizi tebrik ederim, ve ilerde insani yardım kuruluşunda çalışmanızı şiddetle tavsiye ederim. Keşke bütün insani yardım kuruluşları hak savunuculuğu yapmada ve yeni yeni bağışçılar aramada sizin kadar kararlı ve ısrarcı olsa.

Bu iltifatıma sınıfın çoğunluğu güldü ama yorumu yapan çocuk biraz rahatsız bir şekilde yerine oturdu.

Daha sonra bana Suriye ile ilgili sorular sordular. Suriye’deki durumu anlatırken, Burundili çocuklara kendilerininkine benzeyen bir durumu anlatmaktan dolayı rahatsız oldum, özellikle savaşın uzun süredir devam ettiğini söylemekte kararsız kaldım. Son olarak çocukları uzun uzun tebrik ettim, yaşlarına göre çok ilerde olduklarını düşündüğümü belirttim, onlar da beni uzun uzun alkışladı.

Bu sunum, kamptaki başka sayısız olay gibi, beni çok şaşırttı ve etkiledi. Mülteci koruma alanında “protection environment” denen bir şey vardır. Genel ortamın nasıl olduğu, hükümetin ve halkın mültecilere nasıl davrandığı, güvenlik, sosyal entegrasyon, okullaşma oranı, vb vb. Burundili mülteciler, ve özellikle gençler, bütün temel ihtiyaç sorunlarına rağmen, söyledikleriyle, yaptıklarıyla, geleceğe olan bakışlarıyla ve Ruandalılarla olan iletişimleriyle, Türkiye’dekinden daha umutlu bir tablo çiziyorlar, sanırım.

Başka bir gelişme de işimdeki kabızlık derecesine varan endişelerimle ve kariyerist hırslarımla ilgili. Geçen hafta ofisimizin başı beni çağırıp, daha da şaşırtıcı bir konuşma yaptı. Önce genel kurallardan bahsetti. Sonra kafasını kaldırıp zihnimin içini okurcasına:

-          Başka bir konu daha var. O da senin karakterin, dedi.

Allah kahretmesin, işte, ne kadar zayıf, güçsüz, depresif, şişman olduğumu anladı ve yüzüme vuracak, derken:

-          Sende kendimi görüyorum. İşte ben de böyle ürkektim. Diyerek ciddi ciddi bana baktı. İnsanlara kendini sevdirdin, çünkü kibar, yumuşak başlısın. Bunu hemen yapabilen az insan vardır. Bu kadar sevilebilir olmak da bir yetenek. Ancak unutma ki iş başka arkadaşlık başka. Kısa cümleler kurmaya çalış, sesini düşürme. Seni biz yönetici diye aldık, yeni bir genç arkadaş diye değil. Daha önce hiç böyle bir sorumluluk almadığının farkındayım. Ama merak etme, yakında kendi yöneticilik tarzını oturtacaksın. Hata yapmaktan korkma, sadece sorumluluklarını başkasına yıkma, dedi. Afrika kültüründe kadınlar emir vermez. Herhalde sizin ülkenizde de ataerkil bir kültür var. Ama buradakiler bunu bilmezler. Her beyazı aynı kefeye koyarlar. Sen de beyazsın. Buna güvenerek istediğin gibi davranabilirsin. Hoşgörüyle karşılarlar. Ataerkil düşüncelerin seni yenmesine izin verme, dedi.

-          Söylediğiniz doğru, aslında, dürüst olayım, çok endişeliyim, diyiverdim.

-          Olma. İşi yapamayacağını düşünseydik seni almazdık.

Aslında dilimin ucuna kadar gelen “Peki, kaçıncı sıradaydım? Gerçekten mülakatımı beğendiniz mi? Beni gerçekten seviyor musunuz? Gizli yeteneklerim olduğunu düşünüyor musunuz? Lütfen beni biraz övün. Buna çok ihtiyacım var.” Cümlelerini yutarak teşekkür ettim, “sizinle tanıştığım için çok şanslıyım.” Diyerek çıktım.

Bazen o kadar sıvılaşıyorum ki, ev aramam gerekirken buna bile mecalim yok. (Sıvılaşmak ne demektir diye soracak olan varsa, sıvılaşmak, yıllardır yaşadığım ve artık mutlaka aşmak istediğim bir ruh hali. Sıvı nasıl bulunduğu kabın şeklini alıyorsa, ben de, yaşamda, bazen, bu güçlüğü hissediyorum. Obezite derecesine varan şişmanlığım da bunu daha beter yaptı. İnşallah bu disiplinsizliği çok yakında aşacağım). Köyümüzde yapımı bitmiş bir ev yok. Şu anki evim beni doğrudan yöneten kişinin evi. Burada da çok uzun süre kalamam.