Tuesday, December 24, 2019

Noeliniz mubarek olsun

Merhaba arkadaslar kanalima hosgeldiniz.

En son yazimda Cenevre'ye gidecegimi yazmistim. Gittim ve dondum. Guzel bir workshopa katildim. Sonra islerim biraz yogunlasti. Bir iki ay boyunca her sabah 6'da uyanip 7'de kampa gittim. Ketojenik diyete ve evde spor yapmaya basladim. Her aksam gozumun altina krem surmeye bile basladim. Isime olan sevgimi yeniden hatirladim aslinda biraz. Yaptigim sunumlardan, yazdigim belgelerden dolayi cok begenildigim bir donemdi. Cenevre'de Senior Regional Protection Officer ile (onemli bir insan) karsilastim ve aynen sunu dedi:

CANIM BENIM SENINLE BIR ARADA OLMAK NE GUZEL. SENIN GIBI CALISKAN VE ENERJIK GENCLERI SEVIYORUM AYRICA YAZDIGIN PROJELER HARIKA HEPSINE FON BULACAGIM MERAK ETME O IS BENDE.

Caliskan? Enerjik? Genc? Iste bunlar beni epey motive etti ve istifa fikrimi gozden gecirmeme sebep oldu. Su aralar herkes bana isimde iyi oldugumu soyluyor ve multecilerle calismayi da seviyorum. O halde neden BM'yi bensiz birakayim dedim. Bir yandan ilerde multecilik ve muzik uzerinde bir YouTube kanali projesi hayal ediyorum, UNHCR'da biraz tecrube kazandiktan sonra. Multeci muzisyenlere para kazandiracak, onlari dunyaya tanitacak kocaman, asiri populer bir YouTube kanali. Kafam hayallerle dolu, planlarla. Evimde su olmamasini bile dert etmemeye, soguk duslari eglenceli hale getirmeye basladim. Evime hamak aldim, bahceye super bir ortam kurdum. Her sey cok iyi.

Sadece aileme olan ozlemim cok fazla. Ruyamda kardesimin izini uzun sure kaybetmisim, kardesim bana mail atiyormus. Ama maillerime bakmadigimdan cevap veremiyormusum. Olumcul bir hastaliga tutuluyormusum. Olum doseginde Allah'a dua ediyordum, kardesimi son bir kez gormek icin. Kardesim sonunda yanima geldi ve elimi tuttu. O sekilde can verdim ruyamda.

Bu ruya beni cok etkiledi. Sevdiklerimizden uzakta olacaksak yasamanin anlami nedir ki? Kardesimle her aksam divana uzanip sarilarak onun deyimiyle "Ananizlan ne bazda tanistim" (How I met your mother), "the bitch at the apartment 23" gibi iyi bir sirkette ise yeni baslamis guzel ve naif Istanbullu kiz dizilerini (yani kardesimi betimledim burda) izleyemeyeceksek bu hayatin ne anlami var? Ama ote yandan yapmak istediklerim, insa etmek istedigim hayat, multeci hukuku ve cinsiyete dayali siddet alaninda uzman olma istegi… Bunlardan vazgecemiyorum iste.

Bu arada yeni manita yaptim. Manita da denemez tam iste bir suredir gorusuyoruz. Benden 3 yas kucuk, 28 yasinda, kasli, dovmeli, saksafon caliyor, arada abartmadan ot iciyor. Ruandali. Yakisikli sayilir. Cok aptal degil, siyaset felsefesi ile ilgili kitaplar okuyor. Bana iyi davraniyor. Gecen gun parmagini kasimin uzerinde gezdirerek "kaslarini ne guzel aliyorsun" dedi. Haftaici beni arayip uzun uzun telefonda konusuyor, benden fikir aliyor, onerdigim seylere "wow bunu hic dusunmemistim" diyor. Cok guzelsin filan diyor surekli. Her konusmamizda evlilikten cok korktugunu anlatiyor (bu bence iyi bir sey evlenmek isteyen erkekleri sevmem). Ama belki biraz yalanci olabilir, yani hayatiyla ilgili ve bana olan ilgisiyle ilgili bazen yalan soyluyor olabilir. Belli olmaz, erkeklere guven olmaz, tetikteyiz.


Wednesday, September 11, 2019

Dermansiz kadin

Yillardir, usanmadan, bikmadan hep su hayali kurdum: degisecegim. Karakterim 180 derece degisecek, inanilmaz derecede duzenli, organize, saglikli ve mutlu biri olacagim. Gecen sene ADHD uzmani bir psikiyatrist ADHD tanisi koymadan once bunu yaradilisim, yani tembel ve duzensiz karakterim saniyordum, oysaki gercekte umdugum hastaligimin tamamen gecmesiymis. Hatta hastalik da degil, yani bu durumun, beyinsel orgutlenmenin (?) tam ziddi olmak, kimsenin ulasamayacagi kadar duzenli ve saglikli olmak, insanustu olmakmis.

Calisma hayatinda da soyle bir rutinim olmasini umuyorum bu koyde:

- Sabah 5'te kalkmak
- Koyde, cocuklar sokaga cikmadan (ve muzungu muzungu diye pesime takilmadan) ve hava isinmadan 1 saat yurumek
- Eve gelmek, 10 dakika yoga yapmak, ilaclarimi icmek
- Dus almak, kahve yapmak, giyinmek
- Yanima onceden hazirladigim smothie'yi, kampta yiyecegim saglikli atistirmakliklari, ogle yemegimi almak
- Ise gitmek. 7'de iste olmak.
- Kampa gitmeden once kahvaltimi yaparak yazilacak raporlari yazmak, mailleri cevaplamak, okunacak seyleri okumak
- 8 bucukta kampa giden arazi aracina binmek
- Tum gun cesitli STKlarla, is arkadaslariyla ve multecilerle, yuzunde gulucukler acarak, enerjik bir sekilde konusmak ve isleri buyuk bir kararlilikla halletmek
- 5'te ofise gelmek, 6'ya kadar buyuk bir ciddiyetle calismak
- 6'da, tam hava kararmadan eve yurumek
- 9'a kadar Kinyarwanda ogrenmek, resim yapmak, meditasyon yapmak, cesitli yararli belgeseller izlemek

Simdi gercekte olan:

- Alarmi erteleye erteleye 7:45'te uyanmak. Uyaninca ruhumun sanki bacaklarimdan asagi yere dogru akmasi ve tum kemiklerimin "biz bu yapilanmada artik yer almak istemiyoruz" seklinde yer cekimine yenilir gibi asagi dusmesi
- Ip gibi ipince akan buz gibi suda zevksiz bir dus almak
- Sikeyim yine gec kaldim diye ana caddeye kosmak. Motor-taksilere tislamak. (Tislamak, burada seslenmenin yerini alan bir sey. Motorsikletlere tislayarak onlari cagiriyorsunuz. Bir de bazen koyde yururken arkamdan erkekler tisliyor. Hic basimi cevirip bakmiyorum tabi. Bazen cevap olarak "ben senin tislayarak cagirabilecegin kadinlardan degilim" diyesim geliyor ama bunu hic demedim.)
- 8'i 10 gece- 8 bucuk arasi ise varmak. Herkesin "bu da gene gec kaldi" seklinde goz devirdigini hissetmek. Bazen varligini unuttugum bir toplantinin ortasina dalmak, sessizce yerime gecmek, 40 kisinin ve Head of Office'in bana yan yan bakmasi. Su matarami doldurmak, maillere goz atmak, kampa giden araca binmek
- Kampa giden yol boyunca muzik dinleyerek Cumhurbaskani olsam ne guzel olurdu, Seysellere tasinsam ne guzel olurdu, Avrupa'ya gitsem ne guzel olurdu seklinde hayaller kurmak. 1 bucuk sene once hicbir metrekaresini kacirmak istemez gibi istahla baktigim ucsuz bucaksiz muz tarlalarina, kirmizi topraga, basinda sepet tasiyan koylulere, savanavari duzluklere kayitsizca bakmak, kampa yaklastikca, ic sikintimin, ansiyetemin de hafifce artmasi.
- Karnimin inanilmaz acikmasi, sofore kampin disindaki Eugene'in yerinden muz almaya ugramamiz icin "cok acim lutfen" seklinde yalvarislar
- Gunesin altinda yurumek ve cocuklarin pesime takilmasi. Baslarda beni mest eden bu cocuklara simdi hafif bikkinlikla yaklasmak. teker teker hepsinin elini sikmak ama icimden "1 bucuk senedir burdayim, bikmadiniz aq" demek. Cocuklara "abana m'fite akazi, mu genda gukina sibyo?" (cocuklar, benim isim var, hadi gidin oynayin bakim) diye bagirmak, bagirdikca cocuklarin daha cok gulmesi.
- Multecilerle gorusme, cogu istege mecburen hayir demek, veya tatmin edici cevaplar verememek, ama hayir derken sanki canimi aliyorlarmis gibi bir anksiyete yasamak
- STKlarla toplantiya girmek, moderator ve koordinator olmam beklenen bu toplantilarda, STK calisanlarinin birbirlerine olan atarli davranislarini ciliz sesimle "pekiii, o zaman saglik merkezlerinde cinsel siddet taramalarinda magduru refere etme isinin koordinasyonunu ne yapiyoruz, fikri olan?" diye sormak ve cevap olarak asik suratla bakan 10 tane sessizligi yine ciliz bir, "o zaman Persembe saglik merkezine gidelim mi?` sorusuyla cevaplamak.
- 4 bucukta kampa giden araca binmek, 5'i ceyrek gece ofise varmak
- Ofiste mutfaga kosmak, tabagimi pilav ve fasulye ile tepeleme doldurmak
- Bilgisayarin karsisinda "bu hafta yengecler icin ne soyluyor" yazilari okuyarak bu pilav dagini 10 dakikada bitirmek.
- Etiyopyali doktorun yanina gitmek, cay poseti istemek, cay yapmak, geyik yapmak.
- Bahcede Ruandali is arkadaslarima Kinyarwanda dilinde yazdigim "Ndagonshaka gukora" (Calismak istemiyorum) isimli sarkiyi soylemek. Bunu yaparken supervisorumun buna sahit olmasi ve gulerek, merakla, "anlami nedir bu sarkinin?' diye sormasi. Sarkinin gercek hislerimi yansitmadigini, sadece saka oldugunu soylemek.
- Saat 6'da masamin basina oturmak, rapor mapor yazmak
- Husu icinde calismaya calisirken telefondan soyle bir anonsun huzurumu kacirmasi: "Colleagues, colleagues, we're having an all staff meeting NOW in the old conference room. Meeting NOW in the old conference room."
- Cinsel siddete karsi calisan ve kendisi de cinsel siddetten hayatta kalan bir kadin olmama ragmen icimden tecavuz kulturunu besleyen su kufuru ederek toplantiya gitmek: "Aksam aksam ne toplantisiymis bu amina koyim."
- Head of Office'in ciddi bir sesle: "Yeni bir Burundili akimi bekliyoruz. Ruanda hukumetinin  yaptigi Libyali multeci kabulu anlasmasindan dolayi kampimiza yeni fonlar ve yeni ziyaretciler gelebilir. Hepimiz cok calismaya hazir olmaliyiz" demesi. Ruandali is arkadaslarimin heyecanlanmasi, benim de is aski ve heyacanla karisik bir mahcubiyet, utanc icinde, defterime adamin her soyledigini (sonradan okuyacakmisim gibi) not almam.
- 7 bucukta "acaba spora gitsem mi?' diye dusunmeye baslamak (ofisin kucuk bir spor salonu var, cogu alet calismiyor)
- Neyse evde yoga yaparim demek ve ofisten cikmak
- Ana caddede motor-taksilere tislamak, insanlarin "muzungu ara shaka motare" (beyaz motora binmek istiyor) demesi, ve sebepiz yere benimle dalga gecmeleri.
- Eve gelmek. "Yoga yapsam mi?" diye dusunmek. Yapmamak
- 8 bucukta koltukta "iste benim stilim" izlerken sizmak, 9 bucukta suruklenerek yataga girmek
- 10 saati gecen ve ruyalarla renklenen agir bir uyku
- 7:45te uyanma

Dun gece ruyamda bir film festivalindeydim. Yanimda universiteden arkadasim Ziya vardi. Evlenmis, karisi da yonetmendi. Koca bir balkona cikiyoruz. Animasyon bir film gosteriliyor, bir kadin, yataginda korkunc kabuslar goruyor, yatagin uzerinde bir cibinlik ortulu, gordugu kabuslar cibinligin uzerine yansitilmis. Yan yataginda baska bir adam var, onun cibinliginin uzerinde, yaz esintisi kadar tatli ruyalar var. Adam kadini ssst ssst diye uyandiriyor, kadin uyanmaktan mutsuz, adam onu yatagina, guzel ruyalari beraber izlemeye davet ediyor. Filmin sonunda buyuk harflerle: "BAZEN SIZI IRITE EDEN SEYLER KURTULUSUNUZUN HABERCISI OLABILIR" yaziyor.

Sonra dekor degisti, kendimi Nairobi'de, Eastleigh veya Donholm mahallesinde buldum. Cirkin mi cirkin bir ishanindayim, yanimda iki arkadasim var, saclarimi kestirmisim. Ama baska bir kuaforde saclarima golge mi attirsam diye dusunuyorum. Arkadaslarimdan biri babammis ama Netflix'deki Queer Eye programindaki Karamo'ya benziyormus. Beni arabayla evime birakirken "birak saclarini kestirme, cunku guzellik sac kesiminden gelmez, kendi uzerimizde yaptigimiz birkac zekice degisiklikten gelir" diyor, sonra kendi ipince gomlegini gosteriyor ve "mesela ben" diyor. "O zaman eve gideyim" diyorum, yesil bir apartman, sonra bir tekne turuna cikmisim, ama sehrin icinde, Rio de Janerio gibi bir sehirde, tekneyle sahilden gidiyoruz, masmavi bir su var, yan botta supervisorimi goruyorum bana "denize duseceksin" diyor.

Uyandim. Telefonumun sarji bitmis, bahceye kostum, guvenlige sordum: "afedersiniz, saat kac?" 7:45mis.



Monday, September 9, 2019

Sansursuz Anlatim

Sevgili Ezgi Yildiz bana bloguma daha sik yazmayi hatirlatmasaydi gidip eski bloglarimi, (artik hepsini profilime tiklayarak gorebilirsiniz) okumayacaktim. Ne kadar rahat, ne kadar sansursuz yaziyormusum. Simdi bu sekilde yazabilir miyim bilmiyorum. Tek bildigim ne kadar cok yazarsam bana o kadar faydasi dokunuyor. Kendime daha cok yaklasiyorum. Gozardi ettigim butun rahatsizliklarimin farkina variyorum tekrar tekrar. Cozumler ariyorum. Kimse okumuyor nasilsa, bu yuzden boyle yazmayi tekrar deneyecegim.

Ruanda'da bir köyde yasadigimi, bir multeci kampinda calistigimi yazmistim. Buralar biraz sikici acikcasi. Yani elbette Ruanda'dan, isimden de bahsederim. Ama simdi eglenceli seylere gecelim. Mesela ask mesk islerine.

Eski bloglarim 2005-2017 arasinda Istanbul'da, Belcika'da, Strazburg'da, Rouen'da, Ankara'da ve hatta (cok kisa sureligine de olsa ehehe) New York eyaletinde yazilmis. Simdi Ruanda'dayim. Ancak hicbir sey gonul islerinden bahsetmek kadar zevkli degil. Belki de 16 yasinda yazdigim seyleri okuyunca icimden boyle yapmak geldi, bilmiyorum.

Normalde sansurledigim iki konu var: birincisi is yasami ve is arkadaslarimin dedikodusu, ikincisi ise ask ve seks. Bugun bunlardan bahsetmek istiyorum cunku baska turlu en cok sorun yasadigim bu iki alani bir duzene sokamiyorum.

Cenevre'de bir workshopa davet edildim. Tam istifayi ciddi olarak dusundugum zamana denk geldi, artik hicbir BM pozisyonu aklimi celmiyor. Insanlar Sudan'a, Cad'a gidiyorlar, bense Ruanda'da, Afrikanın en guvenli koylerinden birinde bile kurudugumu hissediyorum bazen. Kurak havalar icimi kurutuyor gibi. İnsanlar çok kibar mesela, ve biraz Kinyarwanda da konuşuyorum. Ama artık bu dili duyunca içime fenalık geliyor. En kibar hallere, normalde tahammül edeceğim davranışlara bile içten içe kıl oluyorum. Bu yuzden farkli arayislara girdim. Human Rights Watch'a basvurmak, doktora icin bir seyler okumak, Coursera'dan insancil hukuk dersi almak gibi. Hepsini birden yapmaya calisiyorum, bazen de hicbirini yapamiyorum. En cok da fiziksel yorgunluk. B12 eksikligi, sismanlik, dermansizlik...

Neyse. Cenevre'ye gitmek icin vize almam gerekiyordu, bunun icin iki gunlugune Nairobi'ye gittim. Orada bir arkadasimin arkadasinin evinde kaldim. UNICEF'ten istifa edip safari sirketi kurmus ve zengin olmus. Columbia hukuk mezunu inanilmaz zeki bir cocuktu. Kanepesinden kalkmiyordu butun gun ve kucaginda laptopuyla calisiyordu. Sorunu neydi anlamadim, belki de benim gibi o da istemeden iskolik olmustur. Kanepesi de cok guzeldi. Hayatimda boyle rahat bir kanepe daha gormedim. "Cok pahalıydı ama değdi" dedi. Kanepenin iki yanina uzanarak, ortak arkadasimiz Anna hakkinda konustuk. Sonra da Westlands'de bir bara gittik. Burada free style bir rap gecesi vardi. Bir kiz cikip korkunc sikici sarkilar soyledi, sadece son sarkisi "unnannounced" diye bir sarki, inanilmaz guzel bir ritmi vardi ve lezbiyen bir geceyi anlatiyordu. Kenya'da suc aslinda escinsel iliski. Sarki superdi.

Nairobi bana cok heyecan vermedi, Kampala gibi degildi. Her sey kocaman, buyuk, cirkin, ama biraz da yavan geldi. Guvenligin biraz daha az olusu (eskiye kiyasla daha iyi de olsa) insanin yapacaklarini azimsanmayacak derecede kisitliyor.

Evinde kaldigim Marcel, ortak arkadaşımız Anna'ya aşıkmış. Bana güçlü kadınlardan hoşlandığını söyledi. Marcel'e karşı en ufak bir hissim olmamasına karşın, güçlü bir kadın olmadığıma biraz üzüldüm. Anna süper bir kız. Hayatıma giren kaçıncı süper kız arkadaş, artık sayamadım bile. Manita konusunda ne kadar şanssızsam, arkadaşlar, daha çok kadın arkadaşlar konusunda da hayat yüzüme o kadar gülüyor. Anna ile bu haftasonu buluştuk. Kaza geçirmiş bir kız çocuğu için düzenlenen konsere gittik. Anna çıkarıp 100 dolar verdi, adının ilan edilmesini istemedi. Ruandalılar her zamanki gibi iki cümlesinden biri Tanrı'ya şükretmek olan, Gospeller ile bölünen uzuuuuuun, iç bayıcı, beylik konuşmalarına başladılar. İnanılmaz bir sıkıntı bastı yine beni. Bu kadar darcı olunmaz.

Bu anlattığım Cumartesi oldu. Cuma gecesi ise Kigali'de kaldığım evin verandasında oturuyordum. Rehberime bakıyordum ve bu sene içerisinde hoşlandığım çocukları düşünüyordum. Bir mülteci kampında çalışmanın getirdiği hafif balataları yakmışlık, en çok romantik alanda kendini gösteriyor. Kendimi bazen denize olta atan ve avını bekleyen bir balıkçı gibi hissediyordum.

Önce kampa gelen enerji mühendisi Alman K'ya uzun bir mesaj attım. "K!! How are you my dear? How is life?" O cevap verene kadar Güney Afrikalı ev arkadaşıma yazdım. Bir TV kanalının Doğu Afrika kanadının bölge müdürüydü, çok çalışıyordu, hiç evde olmuyordu. Evde olduğunda spora gidiyordu ve vücudu çok iyiydi: "D! Where are you? When are you coming?" Sonra da senenin başında kısa bir süre beraber olduğum, sonrasında işyerinde ilişkimizi sakladığı için aramızda anlaşmazlık çıkan ve "ben bir ilişkide olmak istemiyorum" diyerek beni terk eden ve hafifçe üzen Ganalı iş arkadaşıma yazdım: "Wow your profile picture is so cute (gözlerinden kalp çıkan emoji)".

Ganalı hemen cevap verdi, "Kigali'de misin? Buluşalım mı?"

İşte Cumartesi Anna ile otururken, yaklaşan bu buluşmanın heyecanı içindeydim. "Sence bir şey çıkar mı bundan?" dedim Anna'ya. O sabah manikür ve pediküre gitmiştim. Anna gülerek "traş da oldun mu?" dedi. (Tabi ki evet.) Buluşma vakti geldiğinde E., orta yaşlı Ruandali bir iş arkadaşımızla oturuyordu. Adam zil zurna sarhoştu, BM bölge koordinatörüyle olan anılarını anlattı durdu. Bahsettiği hiçkimseyi tanımadığım için artık kibarca cevap vermeyi de bırakmıştım. Sabırsızdım epey. Neyse ki sonunda başbaşa kalabildik.

E. elimi tuttu, eskiden, yani beraber olduğumuz kısacık süre içerisinde yaptığı gibi, parmaklarımdan ses çıkarana kadar sıktı. "Seni özledim" dedi. "Bana kızgın mısın?" "Hayır hiç kızgın değilim" dedim. Sonra bazen yalnız olmaya ihtiyacı olduğunu, ilişki içinde olmak istemediğini, sadece takılmak istediğini söyledi, inşallah bunu kişisel almamıştım.

"Kişisel aldım çünkü pek kendime güvenim yok, dedim, ama geçti. Fark ettim de seni tanımıyorum bile. Ama burada kendimi yalnız hissediyorum. Senin tarafından reddedilmeyi bu yüzden çok ciddiye aldım, olmayacak anlamlar yükledim."

"Anlıyorum, dedi, insan böyle saha ofislerinde iş ve ilişkilere yüzde 50 önem veriyorsa, dikkatinin yüzde 50sini de başka bir şeye, tutkun olduğu bir şeye vermeli."

Ruandalı müzisyenlerle tanıştığımı, yeni şarkılar bestelediğim, hatta şarkılarımın bazılarını geçen hafta Casa Keza'da çaldığımı anlattım. Neden böyle açıklamalar yaptım bilmiyorum. E'den gerçekten hoşlanmıyordum. Sadece çok yakışıklı bir adamdı ve pek fazla konuşmadığı için güzel vücudunun içini istediğim gibi huylarla doldurabiliyordum.

Hala cinsel problemlerim olup olmadığını sordu. Bu da ne oluyor diye sorduysanız senelerdir devam eden cinsel problemlerim var. Doktora gittiğimde, hiçbir problemimin olmadığını, sadece benlik kavramımın, sınırlarımın zayıflamış olduğunu, hassas biri olduğumu, cinsel hayatımı duygularıma uydurmam gerektiğini söyledi. Ancak bu dediği "Canım balığı boğazda yeme, git Antartika'da ye" gibi bir öğüttü, hayatımla uyuşmuyordu, anlamsızdı. Erkeklerden pek hoşlanmadığım, ama onlarsız da hayatta heyecanlanacak (yeni iş başvuruları bulmak ve yeni pozisyonlar yakalamak dışında) bir şey kalmadığı için, cinsel hayat, kapısını tekrar tekrar çaldığım boş bir evdi.

İstersem yeniden birlikte olabileceğimizi, bana problemlerimi çözmede yardım etmeye gönüllü olduğunu söyledi. "Neden böyle bir şey yapasın?" dediğimde, "senden hoşlanıyorum" cevabını verdi. Olabilir, dedim, başka da bir şey demedim.

Yeni bir araba almış, onunla eve beni eve bıraktı. Vedalaşırken saçımdan tutarak, sanki kızkardeşiyle vedalaşıyormuş gibi güldü, "güle güle canım" dedi.

Eve gidince epey bir düşündüm. Heyecandan uyuyamıyordum. Al işte başa döndük dedim kendime. Sonra bu ilişkiden pek etkilenmemek için bir plan yaptım. Ofise gelince işe konsantre oldum, sonra da ofisin küçük spor salonunda çoğu çalışmayan aletlerin arasında arkadaşım Nadine ile youtube'dan bakarak spor yaptık. Sonra Etiyopyalı doktor arkadaşım Kassim ile eve yürüdüm, Hollandalı ve Amerikalı iş arkadaşlarımla kepekli makarna, sebze yaptık, papatya çayı içtik. Hollanda'da doktoraya başvurmak istediğimi, çünkü Hollandalı iş arkadaşım Jasper gibi yemek yapan, bahçeyle uğraşan birini bulmak istediğimi söyledim güldüler. Şimdi onlar gitti, ben de bu satırları yazıyorum.


Wednesday, July 4, 2018

BAzı düşünceler


Çok uzun süredir yazmadım çünkü blogumun yeni iş arkadaşlarım tarafından keşfedilip otomatik çevirilerek okunması gibi paranoyakça düşünceler ile boğuşuyordum. Bu süre içinde kampımızda Dünya Afrikalı Çocuklar gününü, Dünya Mülteciler Gününü kutladık, Türkiye’de seçim oldu onu takip ettim, uykusuz kaldık, tabi bu köyde tek Türk olarak sadece ben. Yüzde elli - yüzde elli ikiye bölündük diyince “Peki iç savaş çıktı mı?” diye soracak kadar travmatize olmuş iş arkadaşlarıma nasıl anlatayım yani Türkiye’deki seçimi?

İş ile ilgili sıkıntılarım gittikçe düzeliyor, gitgide kendimi daha iyi, daha akıllı hissediyorum. Ve daha coşkulu, daha heyecanlı. Elbette bazen bu kuru mevsimde bu kupkuru köyden, her haftasonu rapor yazmaktan, sürekli çalışmaktan, heyecansız yaşamdan sıkıldığım oluyor. O zaman Kigali’ye gidiyorum.

Bir ay kadar önce haftasonu yine Kigali’ye gittim. Uzun süre bu hafta sonunu anlatmak istedim. Nasip bugüneymiş.

Kuru mevsimde en çok canımın çektiği şey şöyle uzun uzun yüzmek oluyor. Airbnb’de bir doktor hanımın evinde oda tuttum. Doktor hanım kocası soykırımda öldürüldükten sonra Belçika’ya yerleşmiş ve yeni gelmiş. Yüzmek için Hotel des Mille Colines’i önerdi. Otelin eski adı Hotel Rwanda. Ünlü filmin konusu olan otel. Şimdinin hala en popüler oteli. Ücreti mukabilinde havuzunu kullanabiliyorsun. Otelde karşılaştığım şeyler ise Ruanda’nın bugünü hakkında küçük bir ders mahiyetindeydi. Elbette Ruanda temiz, güvenli, güleryüzlü, yeşil, geçmişini geride bırakmış vs vs... Ama sanırım birtakım sıkıntılar da var.

Yüzerken genç, güzel bir kadın yanıma geldi ve Fransızca konuşmaya başladı. Uzun uzun sohbet ettik. Havuzdan çıkınca beni beyaz, yaşlı bir adamla, ve orta yaşlı, beyaz bir kadınla tanıştırdı. Adam için “erkek arkadaşım” dedi. Kadın ise otelde kalan bir turistmiş. Adam da kadın da, Belçikalıydı.

Yemek söyledik. Ben köydeki mahrumiyetimin verdiği görmemişlikle, balık şiş, kızarmış muz, soğuk beyaz şarap sipariş ettim. Genç kadın 25 yaşında, ekonomi mezunuydu, işsizdi. Adam Ecole Belge’de matematik öğretmeniydi. 60 yaşındaydı. Akşamları People’s Bar’da Samba dersi veriyordu. Gençken yakışıklıymış belli, şimdi uzun boylu, iri yapılı, biraz göbekli, büyük burunlu, kırmızı suratlı, her şeyiyle Flaman, ve yaşlıydı. Orta yaşlı Belçikalı kadın her şeye turist, gülerek etrafa bakıyordu, yüzünde insancıl, sevecen bir ifade vardı. Genç kadın çok güzeldi, saçları, göğüsleri, Afrikalı kalçaları, teni. Bu arada genç kadın konuşuyordu sürekli. People’s Barda samba dersinde muzungu sevgili bulup Amerika’ya, Avrupa’ya “transfer edilen” genç Ruandalılardan bahsediyordu. Gerçek aşkı bulmuşlardı. Belçikalılar sessizce dinliyorlardı. Yani o kadar gergin bir ortamdı, genç kadın o kadar inceliksiz bir şekilde mesaj veriyordu ki kendimi ortaya atma gereği duydum.

Her zaman “Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın” gibi bir insan olmuşumdur. Ama hayat konusunda yaşımın gerisinde bir saflığım da var. Bu yüzden sürekli, istemediğim halde pot kırarım.

Yaa, dedim. Gerçek aşkı bulmak ne kadar zor. Bir hafta öncesine kadar birine aşık gibi bir şeydim. Benimle flört ettiğini zannetmiştim. Meğer ne kadar yanlış anlamışım. Bunun bir ev arkadaşı vardı. Yeni bebeği olmuş. Ben tabi çok şaşırdım evli olduğunu duyunca. İçime bir şüphe düştü. Acaba dedim, benimki de evli mi? Laf arasında bir kadın arkadaşın ağzını aradım ama çok, çok örtülü bir biçimde. Dedim ki “Ay herkesin de çocuğu var, değil mi?” “Ne diyorsun, dedi, X'in üç çocuğu var!” Ve bunu bıyık altından gülerek söyledi, çünkü görüyordu, ne kadar yakın olduğumuzu. O kadar üzüldüm ki. Yalan olmasını umdum. En azından boşanmış olmasını. Ertesi gün gittim, X'e sordum. “Hayır dedi, yok.” Çünkü dört çocuğu varmış! En büyüğü on bir yaşında dedi, sonra başka bir gün on üç yaşında olduğunu itiraf etti. On üç ne demek? Demek ki yaşı hakkında da yanılmışım. Her şey hakkında yanılmışım. Çünkü astrolojik haritamda 7. Evde Neptün var. Erkekleri istediğim şekilde görüyorum, gerçekleri görmüyorum.”

İç çekerek konuşmamı bitirdim. Yaşlı adam “Flört konusunda yanılmamış olabilirsin. Afrikalı erkekler böyledir.” Dedi. “Evdeki kadını bırakmak istemezler. Güzel bir kadın kendileriyle yatmak isterse hayır da demezler. Kültürlerinde yoktur.” Dedi. “Haksız da sayılmazlar. Erkek doğası bu.” Sonra birden durdu durdu, ve bombayı patlattı. “Ben de evliyim. Boşanmayı da düşünmüyorum. Nina da bunu biliyor. Erkeklerin doğası bu.” Dedi.

Nina (genç kadın) ve Christine (Belçikalı kadın) tampon almaya gittiler. Joost (adam) benimle sohbet etmeye başladı. “Sen akıllı bir kadınsın.” Dedi. “Benim oğullarım 21 yaşında. O kadar muhafazakarlar ki. Sen kaçsın? 30 mu? Demek ondan yargılamıyorsun beni. Batıda o kadar çok boşanma var ki. Kadınlar, belki senin gibi gezme meraklısı küçük bir kısım hariç, hep tek şey ister. Bir adam ve çocuk. Çocuk olana kadar erkek odaklı yaşarlar. Çocuk olduktan sonra odakları değişir. Erkekler ise, işte benim gibi… Biz aptalız. O kadar aptalız ki. Ben karımdan boşanmayı düşünmüyorum. Önce birlikte geldik Kigali’ye. Onlar alışamadı. Geri döndük. Ben ölmüştüm. Ruhen ölü gibiydim. Orada hizmetçiler yok. Böyle bir havuz yok. İyi yaşamak yok. Bulaşıkları kendim yıkıyordum. Arabamı kendim yıkıyordum. Geri dönmek istedim. Karım kabul etti. O da biliyor beni. Orada olan orada kalır diyor. Biz böyle mutluyuz. Ona karışmıyorum. Onu seviyorum. İstediğini yapsın. Çocukları var. O hayat ona yetiyor. Çok mutlu. İşte evlilik, imkansız bir birliktelik formu. Biz onu değiştirdik, yaşanılabilir kıldık. Tek bir sorun var ki… Nina’yı seviyorum. Hem de çok seviyorum, biraz fazla seviyorum.” Dedi. Son cümleleri fısıltı gibi söylemişti. Aşırı komik bir konuşmaydı.

Ruanda’yı sevme sebebi olarak para ile satın alınabilen hizmetlerden, hizmetçilerden başka örnek verememesine mi şaşırayım, karısını çok iyi tanıdığını iddia ederken hiç tanımamış olmasına mı bilemedim, ama dinledim. Evlilik konusundaki fikirlerinde haksız sayılmazdı. Evlenmeye çok yaklaştığım bir zaman oldu. Kendi aramızda yüzük takmıştık. Sanki hayatın geri kalanında aşk benim için bitmiş gibiydi. O engellenmişlik, boşluk, kısıtlanmışlık, bitmişlik hissini asla unutmayacağım. Belçikalı yazar Amelie Nothomb’un “Ne Adem Ne Havva” kitabındaki yüzük takma- Ahtapot tarafından boğulma kabusu benim için başucu imgesi olmuştu birden. Çünkü belki de aşık değildim. Bilmiyorum.

Şimdi de başka bir kitap, beni etkisi altına almıştı. Ne okursak hayatımızın o yönde ilerlediğine, hatta belki de hayatımız ne yönde ilerleyecekse o türde kitaplar okuduğumuza inananlardanım. Şu aralar Doris Lessing’in Altın Defter’ini okuyordum. Orada iki tema bu konuyla alakalı idi:

-          Orta Afrika’da yaşayan ayrıcalıklı beyazlar ve onların Avrupa’da eski moda kaçan ama Afrika’da normal sayılan ırkçılıkları
-          Evli erkeklerle yaşanan ve her zaman sadece kadınları üzen ilişkiler

“Özgür Kadınlar” diye bir bölüm vardı o kitapta. Beni etkisi altına alan işte bu aşağılayıcı, seksist düşünceleri tetikleyen tema oydu. Arkadaşlarıma “Hahahahah, oğlum dört çocuk ne yaaa AKPli misin. Bu herif bir de kampta doğum kontrol programları yönetiyor, millete prezervatif dağıtıyor. Hahahah resmen amca sevmişim.” Desem de, dalga geçsem de, çok etkilenmiştim. İçimde bir ses aynen şunu diyordu:

"Ne bekliyordun? 30 yaşındasın. Kendini genç kız zannediyorsun. Annenin bebeği gibi davranıyorsun. Ruhun henüz çocuk. Ama gerçek şu ki, sen çocuk değilsin, sen bir kadınsın. Evlenmedin, çocuk yapmadın. Bu dünya böyle. Senin karşına çıkacak insanlar artık çoğunlukla evli olacak, bunu da ancak, bıyık altından gülen, evli ve çocuklu kadın iş arkadaşından öğreneceksin. Belki de arkandan konuşuyorlardı.”

Akşam yemeğe, sonra sambaya gittik. Adamın Yay, kadının Başak burcu olduğunu ilk seferde tahmin ettim. Wow filan yaptılar. Adam herkesle samba yapıyordu. Nina çok kıskanıyordu. Nina’ya gidip “Hayatım, adam 10 yıl sonra ölecek. Hadi 15 olsun, bunlar uzun yaşıyor Avrupa’da. Ama yaşlı yahu. Sen bunu bilmiyor musun? Neden kendini üzüyorsun? Neden kendi değerinin farkında değilsin?” diyerek onu sarsmak istiyordum. Belki de bu, hepimize bir serzenişti.

Ertesi sabah, ev sahibime gecemi anlattım. Kadın bana bunun çok yaygın olduğunu söyledi. Mille Collines’de o gençleri görürsün, dedi. İşsizlik en büyük sebepmiş.

Bakalım daha neler öğreneceğiz?



Saturday, June 9, 2018

Altı boş bir bardak, etrafa dağılmış bir ton pamuk


Nyakarambi’deki yaşamımı anlatan bu günceyi oluştururken, ilk başta, çok maceralı, ilginç, Afrika müziği ve neşeli nağmeler ile dolu bir şeyler yazacağımı zannediyordum. Afrika müziği, güzel bir doğa, motorla gezmek, kampta davullar eşliğinde güzel şeyler yapmak, bunlar yok mu? Var. Ancak yalnız geçirdiğim vakitler arttıkça, ve internetin, Cuma günü içmeye çağıran dostların, kardeşimin, kedilerimin, Ankara’nın barlarının eksikliğinde, kızıl topraklara baktıkça, kendi muzungu dertlerimin ağırlığı, su yüzüne çıkmaya başladı, uzun uzun, kendi muzungu dertlerimi düşünmeye, neden böyle oluyor, diye sormaya başladım.

En büyük muzungu derdim sağlık. Obeziteden kaynaklanan göz siniri zedelenmesi ve karaciğer yağlanması var. Obezite karakterimi bile değiştirdi diyebilirim. Her zaman evde oturmayı seven, Yengeç burcu, hareketsiz bir insandım ama şimdi sanki en ufak hareket bile dağ tırmanışı gibi, koltukta çöktükçe çöküyorum, hele iş yoksa ve Kigali’ye gitmediysem, bütün günü bahçede, sinek ısırıklarıyla savaşarak, ama yatay pozisyonda geçiriyorum. İçimde düşünceler ertelendikçe erteleniyor, sanki ruhum sandalyenin altından toprak zemine akıyor, çöktükçe çöküyor, saatlerce böyle kalıyorum.

İnsanlar bu yaşta böyle bir kilo artışını ve yaşam enerjisi eksikliğini asla anlayamazlar. Çoğu zaman “Ben Ağır Yaşamlar’ı izledim. Orada Doktor Now var öyle bir zayıflatıyor ki. Sen neden bu kadar çok yemeğe başladın ama Ezgicim ya?” derler. “Ağır yaşamlar’ı izlediğine göre sebebini tahmin etmek zor olmasa gerek!” dememek için kendimi çoğu zaman zor tutmuşumdur. Çoğu zaman obezlerin hikayesi benzer birbirine. Cinsel şiddete uğrayan milyonlarca kadın ya riskli davranışlar içine giriyor, ya da çareyi yemek yiyip hareket etmemekte buluyor. Yaşadıklarımı bugün, etraflıca düşününce, bir cinsel şiddet olarak tanımlayabiliyorum. Ancak bunu ben, içten içe istemiş olmalıyım diye düşündüm. Nasıl izin verdim, nasıl çekip gitmedim, nasıl bağırmadım, her yerden engelleyip izimi kaybettirmedim? Neden bu kadar uysal davrandım, etrafa yayılmış bir ton pamuk gibi?

Aklıma sürekli gelen bir başka metafor ise altı boş bir bardak. Bazen arkadaşlarımı ve ailemi gerçekten seviyor muyum diye düşünüyorum, yoksa bu sevgiler hiç dinmeyen bir ihtiyacın mı tezahürü? Sanki bütün ilişkilerimizde benliğime aktarılan sevgi, altı boş bir bardağa dökülüyormuş gibi akıp gidiyor.  Hiçbir zaman ama hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bunu söylediğimizde çoğu arkadaşımız bilgiç bir gülümsemeyle “Peki, sen kendini seviyor musun?” diye sorar. Oysaki bunu ölçmek biraz zor bir şeydir.

Burada bizim jenerasyonumuz bir katliama tanık olmuş. Konuştuğumuz herkes ama herkes, insanların pala ile kıtır kıtır kesilmesini, annelerin çocukların gözü önünde iğfal edilmesini yaşamış. 30 yaşında bir insan, o zaman 6 yaşındaymış. Bundan hiç bahsetmiyorlar. Bu yüzden sanki yaşam, hiçbir şey olmamış gibi akıp gidiyor. Ben de bu sessizlik içinde, başkalarının acılarını o kadar da bilmediğim için, tipik bir muzungu gibi, evin büyük ve bakımlı bahçesinde, ayaklarımı uzatarak, kendi yaşamımda olan biteni düşünüyorum.


Thursday, June 7, 2018

Kafayı yemek üzereyim lol

Yazmak rehabilitasyon gibi bir şeyse, ben de bu yöntemi iyice benimsedim sayılır. Az önce işten geldim, araç olmadığı için motora bindim de geldim. Sabah da 7de ofise gitmiştim. İyice kafayı kıracağım böyle giderse gibi hissediyorum. Bu yüzden biraz konu başlıklarına ayırarak anlatayım çünkü biraz yorgunum. Böl ve yönet yapalım. 

1. Bu sabah gördüğüm rüya
Google mapsten street view yapıyoruz ya. İşte o sağ köşedeki adamcık gibi bir yere atılmışım. Önce Avustralya sanıyorum. Uçurumun kıyısında okyanusa bakan bir otoyol. Yürüdükçe yürüyorum, tek tük evler belirmeye başlıyor. Binalar çok katlı, bej rengi, köhne, gitgide sıklaşıyor. Birden kardeşim çıkageliyor, beraber yürüyoruz. Bir şehir merkezine geliyoruz. Daha önce hiç görmediğim bir yer burası. Kocaman Arapça tabelalar var. Bir yola sapıyoruz, upuzun uzanıyor, iki yanda Çin restoranları, dükkanlar. Etrafta kimse yok, burası neresi diye sormak istiyoruz ama bir yandan böyle tahmin etmeye çalışmak da eğlenceli. Uzun yol yokuş oluyor, çıkıyoruz ve bitiyor. Çıkmaz bir sokakmış. Bu yüzden geri dönüyoruz. Kardeşim "Abla burası neresi?" diye soruyor. Batı Afrika'da bir yer, belki Çad! diyorum. Ama uyduruyorum da. 

2. Kampımıza Japonlar geldi
Ve bir ambülans bağışladılar. Bunun üzerine danslar yapıldı, kampta en etkin insanlar olan kadın dans grubumuz (doğum kontrol üzerine mesaj veren şarkılar söyleyen, sürekli gülümseyen, süper dans eden bir grup) Japon büyükelçisi beyi dansa kaldırdı. Hayatımda gördüğüm en değişik sahnelerden biriydi. Keşke bu görsel hafızamı sizinle paylaşabilsem.

3. Aşırı çalışma sonucu beynimde oluşan deformasyon
Keşke ben işime aşık bir kariyer kadını olsaydım. Ama malesef ömrüm boyunca öyle biri olamadım. Ben de kampta ve ofiste geçirdiğim günde ortalama 13 saati nasıl eğlenceli geçirebilirim diye, bilinçsizce düşünmeye başladım. Aslında buna düşünmek de denmez, bilinçdışının basit bir oyunu diyelim. Ve sonunda ofisimizin doktorundan hoşlanmaya başladım. Böylece kamptaki yaşamıma bir heyecan gelmiş oldu. Ben buna "romantik sitümülasyon" adını verdim. Hayat bazen o kadar anlamsız, boş, yavan olur ki onu dolduracak, kendimizi motive edecek bir şeyler ararız. 

Doktorun ülkesinden (Doğu Afrika ülkesi) iki tane çok cool şarkıcı biliyorum: biri bir klasik olmuş, ikincisi 70lerin psychedelic rakçısı. Onunla tanışır tanışmaz bunu söyledim. Şu ana kadar bana çok saçma şeyler söyledi, soykırım anıtına gittiğimizde "İşte bunlar hep emperyalist güçlerin oyunu" dedi, Hollandalı Barış Danışmanımızın evinde yaptığı hipster vejetaryen yemekler hakkında "onları tavuklar yer" demek olsun. Çocuklar bana "Hello muzungu!" dediğinde "Hello Africa!" demek olsun (yok aslında bu esprisi iyiydi). Açıkçası birinden hoşlanacaksam bu kişi babamdan biraz daha açık görüşlü olmalıydı diye düşünüyorum. Yine de bilinçaltımız böyle şeyleri dinlemiyor.

4. Onun da benden hoşlandığını gösteren küçük detaylar
  • Vaktin var mı? dediğimde "Senin için her zaman vaktim var" dedi.
  • Hiç işi olmamasına rağmen koordine ettiğim toplantıya gelip yanıma oturdu, ne işin var burada diye soranlara gülerek omuz silkti.
  • Kinyarwandaca "tarafsızlık" ve "Bugün günlerden Perşembe" dediğimde "Neden böyle şeyler öğreniyorsun, seni seviyorum demeyi öğren" dedi. (Bunu 2 -yazıyla İKİ kere yaptı)
  • Bir ülke örnek verecekse "Türkiye" diyor.
  • Bir keresinde çok yorgundu. Ben de yanına gidip omzuna elimi koyarak "Yorgun musun?" diye sordum. O zaman kafasını kaldırıp bana baktı ve utangaçça gülümsedi ve bu esnada sanki zaman biraz yavaşladı.
5. Bu kadar yeter
Bir sonraki yazımda size iş arkadaşlarımı, ülkenin politik durumunu, ve çeşitli kişisel sorunlarımı anlatacağım.

Sunday, June 3, 2018

Kuru mevsimin gelişi, işyerindeki sıkıntılarım, yeni bir ev arayışı



Sağanak yağışlar bitti, kuru mevsim başladı ve sıcaklar inanılmaz arttı. Yine 30 dereceyi geçmez diye tahmin ediyorum ancak hissedilen sıcaklık daha fazla. İlk başlarda beni büyüleyen canlı yeşil, muz, mısır tarlaları, otlar, şimdi donuklaştı, adeta plastikleşti, kızıl bir tozla kaplandı. Kızıl tozlar her yerde, duş alırken insanın saçlarından yere akıyor, ayak tabanları adeta kızıla boyanıyor. Eve çeşit çeşit haşere doluştu. Sıtma yapan sinekler çoğaldı, kıyafetlerin üzerinden bile ısırmaya başladı. Sabahları her ne kadar yıkansam da, deodorantımı sürünsem de, akşamları kamptan her geldiğimde leş gibi ter kokuyorum.

Bu haftasonu Kigali’ye gitmedim. Cumartesi kampa gittim. Bir proje kapsamında 14-16 yaş arası çocuklara insani prensipler ile ilgili sunum yapmamı istediler. Bu bana çok saçma geldi çünkü insani prensiplerin bu yaştaki çocukları ilgilendiren bir konu olduğunu hiç düşünmemiştim. Benden istedikleri şey, insani yardım kuruluşlarının bunları nasıl uyguladığı (insanlık, tarafsızlık, hükümetlerden bağımsızlık vb) ve uygularken ne tür güçlüklerle karşılaşıp nasıl ikilemlerde kaldıklarını anlatmamdı.

Gittiğimde bütün çocukların not alıp sürekli sorular sorduklarını ve beni dikkatle dinlediklerini görünce çok şaşırdım.

-          Biz insani yardım kuruluşu çalışanları, bazen bağış yapan ülkenin veya ev sahibi ülkenin istekleri ile hedef grupta olan insanların istekleri arasında ikilemde kalırız. Bu yüzden insani prensipleri uygulamak zaman zaman zorlaşır. Yapılması gereken şey bir denge kurmaya, yeni çözümler aramaya çalışmaktır. Peki, siz hiç böyle bir durumda kaldınız mı? Doğru olanı yapmaya çalışırken gerçek hayatla olması gerekenin uyuşmadığını gördünüz mü?

Verilen cevaplar olağanüstüydü:

-          Benim bir arkadaşım vardı. Okulda öğle yemeği yiyemiyordu. Bizim evde de yemek oluyordu. Ben de onu evimize davet ettim. Ama annemle babam onlar evde değilken arkadaşımı yemeğe çağırmama kızdılar. Ben de kilerden yemek çalıp okula götürmeye başladım. Bunun üzerine bunu fark edip kilerin kapısını kilitlediler. Sonra okulda bir arkadaşımı buldum, onun ailesi zengindir. O da o çocuğu yemeğe davet etmeyi kabul etti. Böylece sorun çözüldü.

-          Sizi tebrik ederim, ve ilerde insani yardım kuruluşunda çalışmanızı şiddetle tavsiye ederim. Keşke bütün insani yardım kuruluşları hak savunuculuğu yapmada ve yeni yeni bağışçılar aramada sizin kadar kararlı ve ısrarcı olsa.

Bu iltifatıma sınıfın çoğunluğu güldü ama yorumu yapan çocuk biraz rahatsız bir şekilde yerine oturdu.

Daha sonra bana Suriye ile ilgili sorular sordular. Suriye’deki durumu anlatırken, Burundili çocuklara kendilerininkine benzeyen bir durumu anlatmaktan dolayı rahatsız oldum, özellikle savaşın uzun süredir devam ettiğini söylemekte kararsız kaldım. Son olarak çocukları uzun uzun tebrik ettim, yaşlarına göre çok ilerde olduklarını düşündüğümü belirttim, onlar da beni uzun uzun alkışladı.

Bu sunum, kamptaki başka sayısız olay gibi, beni çok şaşırttı ve etkiledi. Mülteci koruma alanında “protection environment” denen bir şey vardır. Genel ortamın nasıl olduğu, hükümetin ve halkın mültecilere nasıl davrandığı, güvenlik, sosyal entegrasyon, okullaşma oranı, vb vb. Burundili mülteciler, ve özellikle gençler, bütün temel ihtiyaç sorunlarına rağmen, söyledikleriyle, yaptıklarıyla, geleceğe olan bakışlarıyla ve Ruandalılarla olan iletişimleriyle, Türkiye’dekinden daha umutlu bir tablo çiziyorlar, sanırım.

Başka bir gelişme de işimdeki kabızlık derecesine varan endişelerimle ve kariyerist hırslarımla ilgili. Geçen hafta ofisimizin başı beni çağırıp, daha da şaşırtıcı bir konuşma yaptı. Önce genel kurallardan bahsetti. Sonra kafasını kaldırıp zihnimin içini okurcasına:

-          Başka bir konu daha var. O da senin karakterin, dedi.

Allah kahretmesin, işte, ne kadar zayıf, güçsüz, depresif, şişman olduğumu anladı ve yüzüme vuracak, derken:

-          Sende kendimi görüyorum. İşte ben de böyle ürkektim. Diyerek ciddi ciddi bana baktı. İnsanlara kendini sevdirdin, çünkü kibar, yumuşak başlısın. Bunu hemen yapabilen az insan vardır. Bu kadar sevilebilir olmak da bir yetenek. Ancak unutma ki iş başka arkadaşlık başka. Kısa cümleler kurmaya çalış, sesini düşürme. Seni biz yönetici diye aldık, yeni bir genç arkadaş diye değil. Daha önce hiç böyle bir sorumluluk almadığının farkındayım. Ama merak etme, yakında kendi yöneticilik tarzını oturtacaksın. Hata yapmaktan korkma, sadece sorumluluklarını başkasına yıkma, dedi. Afrika kültüründe kadınlar emir vermez. Herhalde sizin ülkenizde de ataerkil bir kültür var. Ama buradakiler bunu bilmezler. Her beyazı aynı kefeye koyarlar. Sen de beyazsın. Buna güvenerek istediğin gibi davranabilirsin. Hoşgörüyle karşılarlar. Ataerkil düşüncelerin seni yenmesine izin verme, dedi.

-          Söylediğiniz doğru, aslında, dürüst olayım, çok endişeliyim, diyiverdim.

-          Olma. İşi yapamayacağını düşünseydik seni almazdık.

Aslında dilimin ucuna kadar gelen “Peki, kaçıncı sıradaydım? Gerçekten mülakatımı beğendiniz mi? Beni gerçekten seviyor musunuz? Gizli yeteneklerim olduğunu düşünüyor musunuz? Lütfen beni biraz övün. Buna çok ihtiyacım var.” Cümlelerini yutarak teşekkür ettim, “sizinle tanıştığım için çok şanslıyım.” Diyerek çıktım.

Bazen o kadar sıvılaşıyorum ki, ev aramam gerekirken buna bile mecalim yok. (Sıvılaşmak ne demektir diye soracak olan varsa, sıvılaşmak, yıllardır yaşadığım ve artık mutlaka aşmak istediğim bir ruh hali. Sıvı nasıl bulunduğu kabın şeklini alıyorsa, ben de, yaşamda, bazen, bu güçlüğü hissediyorum. Obezite derecesine varan şişmanlığım da bunu daha beter yaptı. İnşallah bu disiplinsizliği çok yakında aşacağım). Köyümüzde yapımı bitmiş bir ev yok. Şu anki evim beni doğrudan yöneten kişinin evi. Burada da çok uzun süre kalamam.