Çok uzun süredir yazmadım çünkü blogumun yeni iş arkadaşlarım tarafından keşfedilip otomatik çevirilerek okunması gibi paranoyakça düşünceler ile boğuşuyordum. Bu süre içinde kampımızda Dünya Afrikalı Çocuklar gününü, Dünya Mülteciler Gününü kutladık, Türkiye’de seçim oldu onu takip ettim, uykusuz kaldık, tabi bu köyde tek Türk olarak sadece ben. Yüzde elli - yüzde elli ikiye bölündük diyince “Peki iç savaş çıktı mı?” diye soracak kadar travmatize olmuş iş arkadaşlarıma nasıl anlatayım yani Türkiye’deki seçimi?
İş ile ilgili sıkıntılarım gittikçe düzeliyor, gitgide kendimi daha iyi, daha akıllı hissediyorum. Ve daha coşkulu, daha heyecanlı. Elbette bazen bu kuru mevsimde bu kupkuru köyden, her haftasonu rapor yazmaktan, sürekli çalışmaktan, heyecansız yaşamdan sıkıldığım oluyor. O zaman Kigali’ye gidiyorum.
Bir ay kadar önce haftasonu yine Kigali’ye gittim. Uzun süre bu hafta sonunu anlatmak istedim. Nasip bugüneymiş.
Kuru mevsimde en çok canımın çektiği şey şöyle uzun uzun yüzmek oluyor. Airbnb’de bir doktor hanımın evinde oda tuttum. Doktor hanım kocası soykırımda öldürüldükten sonra Belçika’ya yerleşmiş ve yeni gelmiş. Yüzmek için Hotel des Mille Colines’i önerdi. Otelin eski adı Hotel Rwanda. Ünlü filmin konusu olan otel. Şimdinin hala en popüler oteli. Ücreti mukabilinde havuzunu kullanabiliyorsun. Otelde karşılaştığım şeyler ise Ruanda’nın bugünü hakkında küçük bir ders mahiyetindeydi. Elbette Ruanda temiz, güvenli, güleryüzlü, yeşil, geçmişini geride bırakmış vs vs... Ama sanırım birtakım sıkıntılar da var.
Yüzerken genç, güzel bir kadın yanıma geldi ve Fransızca konuşmaya başladı. Uzun uzun sohbet ettik. Havuzdan çıkınca beni beyaz, yaşlı bir adamla, ve orta yaşlı, beyaz bir kadınla tanıştırdı. Adam için “erkek arkadaşım” dedi. Kadın ise otelde kalan bir turistmiş. Adam da kadın da, Belçikalıydı.
Yemek söyledik. Ben köydeki mahrumiyetimin verdiği görmemişlikle, balık şiş, kızarmış muz, soğuk beyaz şarap sipariş ettim. Genç kadın 25 yaşında, ekonomi mezunuydu, işsizdi. Adam Ecole Belge’de matematik öğretmeniydi. 60 yaşındaydı. Akşamları People’s Bar’da Samba dersi veriyordu. Gençken yakışıklıymış belli, şimdi uzun boylu, iri yapılı, biraz göbekli, büyük burunlu, kırmızı suratlı, her şeyiyle Flaman, ve yaşlıydı. Orta yaşlı Belçikalı kadın her şeye turist, gülerek etrafa bakıyordu, yüzünde insancıl, sevecen bir ifade vardı. Genç kadın çok güzeldi, saçları, göğüsleri, Afrikalı kalçaları, teni. Bu arada genç kadın konuşuyordu sürekli. People’s Barda samba dersinde muzungu sevgili bulup Amerika’ya, Avrupa’ya “transfer edilen” genç Ruandalılardan bahsediyordu. Gerçek aşkı bulmuşlardı. Belçikalılar sessizce dinliyorlardı. Yani o kadar gergin bir ortamdı, genç kadın o kadar inceliksiz bir şekilde mesaj veriyordu ki kendimi ortaya atma gereği duydum.
Her zaman “Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın” gibi bir insan olmuşumdur. Ama hayat konusunda yaşımın gerisinde bir saflığım da var. Bu yüzden sürekli, istemediğim halde pot kırarım.
Yaa, dedim. Gerçek aşkı bulmak ne kadar zor. Bir hafta öncesine kadar birine aşık gibi bir şeydim. Benimle flört ettiğini zannetmiştim. Meğer ne kadar yanlış anlamışım. Bunun bir ev arkadaşı vardı. Yeni bebeği olmuş. Ben tabi çok şaşırdım evli olduğunu duyunca. İçime bir şüphe düştü. Acaba dedim, benimki de evli mi? Laf arasında bir kadın arkadaşın ağzını aradım ama çok, çok örtülü bir biçimde. Dedim ki “Ay herkesin de çocuğu var, değil mi?” “Ne diyorsun, dedi, X'in üç çocuğu var!” Ve bunu bıyık altından gülerek söyledi, çünkü görüyordu, ne kadar yakın olduğumuzu. O kadar üzüldüm ki. Yalan olmasını umdum. En azından boşanmış olmasını. Ertesi gün gittim, X'e sordum. “Hayır dedi, yok.” Çünkü dört çocuğu varmış! En büyüğü on bir yaşında dedi, sonra başka bir gün on üç yaşında olduğunu itiraf etti. On üç ne demek? Demek ki yaşı hakkında da yanılmışım. Her şey hakkında yanılmışım. Çünkü astrolojik haritamda 7. Evde Neptün var. Erkekleri istediğim şekilde görüyorum, gerçekleri görmüyorum.”
İç çekerek konuşmamı bitirdim. Yaşlı adam “Flört konusunda yanılmamış olabilirsin. Afrikalı erkekler böyledir.” Dedi. “Evdeki kadını bırakmak istemezler. Güzel bir kadın kendileriyle yatmak isterse hayır da demezler. Kültürlerinde yoktur.” Dedi. “Haksız da sayılmazlar. Erkek doğası bu.” Sonra birden durdu durdu, ve bombayı patlattı. “Ben de evliyim. Boşanmayı da düşünmüyorum. Nina da bunu biliyor. Erkeklerin doğası bu.” Dedi.
Nina (genç kadın) ve Christine (Belçikalı kadın) tampon almaya gittiler. Joost (adam) benimle sohbet etmeye başladı. “Sen akıllı bir kadınsın.” Dedi. “Benim oğullarım 21 yaşında. O kadar muhafazakarlar ki. Sen kaçsın? 30 mu? Demek ondan yargılamıyorsun beni. Batıda o kadar çok boşanma var ki. Kadınlar, belki senin gibi gezme meraklısı küçük bir kısım hariç, hep tek şey ister. Bir adam ve çocuk. Çocuk olana kadar erkek odaklı yaşarlar. Çocuk olduktan sonra odakları değişir. Erkekler ise, işte benim gibi… Biz aptalız. O kadar aptalız ki. Ben karımdan boşanmayı düşünmüyorum. Önce birlikte geldik Kigali’ye. Onlar alışamadı. Geri döndük. Ben ölmüştüm. Ruhen ölü gibiydim. Orada hizmetçiler yok. Böyle bir havuz yok. İyi yaşamak yok. Bulaşıkları kendim yıkıyordum. Arabamı kendim yıkıyordum. Geri dönmek istedim. Karım kabul etti. O da biliyor beni. Orada olan orada kalır diyor. Biz böyle mutluyuz. Ona karışmıyorum. Onu seviyorum. İstediğini yapsın. Çocukları var. O hayat ona yetiyor. Çok mutlu. İşte evlilik, imkansız bir birliktelik formu. Biz onu değiştirdik, yaşanılabilir kıldık. Tek bir sorun var ki… Nina’yı seviyorum. Hem de çok seviyorum, biraz fazla seviyorum.” Dedi. Son cümleleri fısıltı gibi söylemişti. Aşırı komik bir konuşmaydı.
Ruanda’yı sevme sebebi olarak para ile satın alınabilen hizmetlerden, hizmetçilerden başka örnek verememesine mi şaşırayım, karısını çok iyi tanıdığını iddia ederken hiç tanımamış olmasına mı bilemedim, ama dinledim. Evlilik konusundaki fikirlerinde haksız sayılmazdı. Evlenmeye çok yaklaştığım bir zaman oldu. Kendi aramızda yüzük takmıştık. Sanki hayatın geri kalanında aşk benim için bitmiş gibiydi. O engellenmişlik, boşluk, kısıtlanmışlık, bitmişlik hissini asla unutmayacağım. Belçikalı yazar Amelie Nothomb’un “Ne Adem Ne Havva” kitabındaki yüzük takma- Ahtapot tarafından boğulma kabusu benim için başucu imgesi olmuştu birden. Çünkü belki de aşık değildim. Bilmiyorum.
Şimdi de başka bir kitap, beni etkisi altına almıştı. Ne okursak hayatımızın o yönde ilerlediğine, hatta belki de hayatımız ne yönde ilerleyecekse o türde kitaplar okuduğumuza inananlardanım. Şu aralar Doris Lessing’in Altın Defter’ini okuyordum. Orada iki tema bu konuyla alakalı idi:
- Orta Afrika’da yaşayan ayrıcalıklı beyazlar ve onların Avrupa’da eski moda kaçan ama Afrika’da normal sayılan ırkçılıkları
- Evli erkeklerle yaşanan ve her zaman sadece kadınları üzen ilişkiler
“Özgür Kadınlar” diye bir bölüm vardı o kitapta. Beni etkisi altına alan işte bu aşağılayıcı, seksist düşünceleri tetikleyen tema oydu. Arkadaşlarıma “Hahahahah, oğlum dört çocuk ne yaaa AKPli misin. Bu herif bir de kampta doğum kontrol programları yönetiyor, millete prezervatif dağıtıyor. Hahahah resmen amca sevmişim.” Desem de, dalga geçsem de, çok etkilenmiştim. İçimde bir ses aynen şunu diyordu:
"Ne bekliyordun? 30 yaşındasın. Kendini genç kız zannediyorsun. Annenin bebeği gibi davranıyorsun. Ruhun henüz çocuk. Ama gerçek şu ki, sen çocuk değilsin, sen bir kadınsın. Evlenmedin, çocuk yapmadın. Bu dünya böyle. Senin karşına çıkacak insanlar artık çoğunlukla evli olacak, bunu da ancak, bıyık altından gülen, evli ve çocuklu kadın iş arkadaşından öğreneceksin. Belki de arkandan konuşuyorlardı.”
Akşam yemeğe, sonra sambaya gittik. Adamın Yay, kadının Başak burcu olduğunu ilk seferde tahmin ettim. Wow filan yaptılar. Adam herkesle samba yapıyordu. Nina çok kıskanıyordu. Nina’ya gidip “Hayatım, adam 10 yıl sonra ölecek. Hadi 15 olsun, bunlar uzun yaşıyor Avrupa’da. Ama yaşlı yahu. Sen bunu bilmiyor musun? Neden kendini üzüyorsun? Neden kendi değerinin farkında değilsin?” diyerek onu sarsmak istiyordum. Belki de bu, hepimize bir serzenişti.
Ertesi sabah, ev sahibime gecemi anlattım. Kadın bana bunun çok yaygın olduğunu söyledi. Mille Collines’de o gençleri görürsün, dedi. İşsizlik en büyük sebepmiş.
Bakalım daha neler öğreneceğiz?